KLASİK MÜZİK KONSER ADABI



Birkaç gündür beynimde yine şu söz dönüp duruyor: Şikâyet ediyor, ama düzelmesi için bir şey yapmıyorsan sen de suçlusun! Severim bu ifadeyi; kendime ve çevremdekilere sık sık söylerim. Aslında sık şikâyet ettiğimden değil. Arada depreşiyor. Canımı sıkacak, hayal kırıklığına uğratacak şeyler üst üste geldiği için olabilir. Son damlayı size de anlatayım.

Klasik müzik dinlemek kültürel bir alışkanlık bana göre. Çocukluktan itibaren duyulacak, konserlere gidilecek ki o kültür yerleşsin. Ailemin yetiştiği ortamlarda pek yeri olmamış, benim büyüdüğüm yerlerde de klasik müzik konseri olmazdı. İstanbul Atatürk Fen Lisesi’ne gittiğim 1982 yılında topluca bir kez senfoni orkestrası konseri, bir kez opera ve bir kez de baleye götürüldüğümüzü anımsıyorum. Atatürk Kültür Merkezi’nin o büyülü ortamında… Ülkenin dört bir yanından gelen, ilk anda fen bilimleri sınavını geçmek dışında ortak noktaları olmayan, birbirleriyle kültürel bağları değişken öğrencilerdik. Geleceğin bilim insanları olarak görülen böyle bir toplulukta farkındalık yaratmak için önemli bir girişimmiş. O deneyimlerden nasıl etkilendiğimi anımsıyorum. Ruhumun bir kıyıcığına atılan çentiği sonradan fark ettim. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başladığım ilk yıl İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’nın Cumartesi konserine gittim. Eseri anımsamıyorum, ama sevilen bir eser olmalı ki bütün koltuklar doluydu. Biz gençleri koridorlara, merdivenlere oturmak üzere salona aldılar. Sahneye çıkış merdivenlerinden birine oturdum. Yanı başımda çalınan senfonik eser öyle bir tılsım yarattı ki sanki uçuyordum. Bittiğinde ağladığımı anımsıyorum. Mutluluktan mı, hüzünden mi, başka hangi duygudan ağlanırsa ondan mı bilmiyorum. İyi gelmişti. Hem konser hem de içimi yıkayan yaşlar…

Sonrasında sık olmasa da klasik müzik konserlerine gittim. Alışkanlık yaratacak, bunu kültürel bir parçam yapacak sıklıkta değildi. Uzaktan sevdim. Anlamlı bir bağ kurmadan… Arada CD’ler alıp dinlerdim. Ders çalışırken iyi geldiğini fark ettiğim için. Besteci bilmeden, icracı tanımadan, eseri ayırt edecek denli aşina olamadan…

Uzun süredir hastalarımı muayene ederken bir radyoyu açık tutuyorum. TRT3 kanalını… Madem bilgi birikimim yok, dinleyeceğim eserleri bana bu alanda uzun yıllardır yayın yapan, klasik müziği yayın ilkelerinin merkezine yerleştirmiş bir radyonun yönlendirmesi iyi olur diye düşünerek başlamıştım. İki açıdan katkısı oldu. Biri, gerçekten de kulağımın kırılmasını sağladı. Beğeni geliştirdim. Daha severek dinlediğim akımlar ortaya çıktı. Dinledikçe diğerlerini sevdiğimi de fark ettim. Aralarda akımları, bestecileri, eserleri, sanatçıları anlatan programlarla işin biraz daha derinine inebildim. Diğer katkısı da beni ve odama gelen hasta-hasta yakınlarını sakin bir atmosferde, daha huzurlu bir iletişime hazır hale getirmesi… Başka kulaklara da “notalar” kaçmasını sağlamak da cabası.

Kendime kırk yaş armağanı olarak yan flüt almış, çalmayı öğrenmek için dersler almaya başlamıştım. Sevgili Ayşegül Atak Yayla sabırla ve bilgiyle bu serüvenimde bana eşlik etti. Biraz biraz çalıyordum ki İzmir Devlet Senfoni Orkestra’sının Hierapolis Antik Tiyatrosu’ndaki konserine giderken o konserin solisti Gülşen Tatu ile tanıştım. Viyola sanatçısı arkadaşım İlgin Sözerman Çelenoğlu, utandığımdan yaptığım bütün itirazlarıma karşın Gülşen Tatu’ya “Biliyor musunuz, arkadaşım da yan flüt çalıyor,” dedi. Ben yerin dibine girmek için delik ararken Gülşen Hanım tevazu, bilgelik ve sevecenlik karışımı bir tonda “Nasıl mutlu oldum. Sizin bu uğraşınız bilinçli dinleyiciler kazanmamız açısından çok değerli,” dedi. Göğsümün şöyle bir kabardığını tahmin edersiniz. Sonra sonra anladım “bilinçli dinleyiciye” neden gereksinim duyduklarını.

Denizli’de sanatsal etkinliklerin yoğun ilgi gördüğüne tanık oluyorum. Sık olmadığı için olabilir. Çok sayıda sanatsever, ilgi alanlarına göre, hatta bu sınırları geniş tutarak koşa koşa, hatta açlıkla gidiyor etkinliklere. Yokluğun öğrettiği değer bilirlikle. İyi de yapıyor. Öte yandan benim her deneyimimde canımı sıkan birkaç olay oluyor. Üzülüyorum, hayal kırıklığı yaşıyorum, dozuna göre sinirleniyorum bile… Şikâyet etmeye başladığımda kendimi en başta belirttiğim sözü söylerken buldum.

Konser başlamadan önce gidip yerime otururum. Başlangıçta tanıtım konuşması vs. olacaksa onlar dâhil, orkestra doğrudan sahneye çıkacaksa onları selamlamak için alkışlarımla eşlik etmek üzere hazır bulunmayı isterim. Yerimi ararken ya da yerleşmeye çalışırken bir kişiyi bile rahatsız etsem, dikkatini dağıtsam bu beni kahreder. Ayrıca az sonra dinleyeceği esere, onunla büyülü bir dünyaya adım atmaya ruhumu hazırlamalıyım. Çevremdeki insanların bu sırada oradan buradan konuştuğunu duyarım. Hatta konser başladıktan sonra, sürerken, daha bitmemişken, hemen biter bitmez konuşmalar olabilir. Telefonlar kapanmaz, çalar ve yeniden çalar, bazen yeniden… Benim dikkatimin dağılması neyse de sanatçıların kendilerini kaptırmadan, o akışın içinde erimeden icralarını mükemmelleştiremeyeceklerini düşündüğümden onlar için daha çok kaydı duyarım. Fısıltı, hışıltı, kıpırtı… Sahnedekiler ve dinleyenlerin çoğu için dikkati yoğunlaştırmanın önüne çıkarılan engellerdir bunlar. Kabul edemem. Hele konser açık havadaysa insanlarda yaygın, büyük ve ani bir “regresyon” olduğunu görürüm, üzülürüm. Psikolojide “geriye gitme” anlamında kullanılan bu terim, kardeşi olan çocuğun tuvalet kontrolünü kaybetmesi, bebekleşmesi şeklinde örneklenebilir. Sanki açık havada müzik bir fondur ve dinlemek için yoğunlaşmak gerekmez derken insanlar “duyarlılıktan” “bencilliğe” geri gittiklerini göremez. O ortamda olmayı seçmiş, biletini almış, öncelik yapmış, yola çıkıp gelmiş insanların, konseri dinlemek dışında yaptıkları her şey bana bu saptamayı yaptırır. Çalınan eserlerin çok daha güzel kayıtlarını dinlemek için birçok internet sitesi olduğu halde kendilerini müziğin kanatlandırmasına bırakmak yerine küçük kamera ekranlarından, yönetmen/kameraman edasıyla kayıt yapan insanları, konseri orkestrayla aralarına bir arayüz koyarak dinlemeye iten güdüyü anlayamam. Toplulukla beraber konser dinlemenin bir adabı var; yüzyıllar içinde hem eser icracılarını hem dinleyicileri gözeterek yerleşmiş. Bu nedenle de kültürün bir parçası olmuş. Yazılı kanunlar değil de normlar. Diğerleri gibi uyulması beklenen kurallar. Neden ve nasıl yok sayıldığını anlayamadığım… Popüler kültürün iliklerimize işlemesi nedeniyle, bireyselleşmenin yüceltilmesi sonucu olabileceğini tahmin ettiğim… Yemeklerde, toplantılarda bir yandan canlı ya da kayıttan müzik olur ve onları dinlemek yerine yemek yenir, sohbet edilir ya; müziğe fon muamelesi yapma tavrının öyle yerleştiğini sanıyorum.

Klasik müzik özelinde eserlerin her bölümünün sonunda değil de eser sonunda alkışlanma geleneği bir başka tartışma konusu. Orkestra şefleri ve solistler konser başında neden bu konuda bir bilgilendirme yapmazlar diye düşünürdüm. Uygun üslupla yapıldığında, gerekçeleri anlatıldığında insanlar bunu öğrenir ve yerine getirir sanırdım. Oysa bu konudaki bazı yazılardan bunu yaptıklarında aldıkları tepkileri öğrenince ne diyeceğimi bilemedim. Çok zaman ruhuyla birlikte eseri çalmaya kendini kaptırmış bir sanatçının aralarda alkışlarla bölünen bu bir anlamda trans halini korumak için böyle bir uygulamanın yerleştiğini bildiği halde inadına her bölüm sonunda alkışlayacağım diye tutturacak sanatsever olabilir mi? Sanatsever değilse ne işi var o konserde? Kurallara her koşulda başkaldırmayı bir kişilik özelliği olarak yaşayanlar bile “programı takip ediniz ve ancak eser sonunda alkışlarınızla bizleri onurlandırınız” dendiğinde bu talebe uymazlar mı? Çevrelerinde alkışlayanları kültürsüz bulup “şişt, şimdi değil!” diye uyaranlar, aynı zamanda da bu kurala saygı duyanları alkışlamadıkları için görgüsüz bulanları görüp duydukça bir türlü anlam veremiyorum bu yanlış anlamalara. Bir kere gerekçesini açıkladılar bana ve ben o zamandan beri bu kurala uyuyorum. Eğer elimde program yoksa ve bitişini fark edemeyeceğim eserlerde şefin alkışa çağrısını bekleyerek doğru zamanlamayı yapabiliyorum.  

Duruma bakış açımı, kendi sürecim üzerinden örneklerle anlatmak istedim. İyi niyetli, saygılı dinleyiciler olup bu açıdan bakmamıştım, daha önce anlatan olmamıştı diyecek olanlar için bir örnek oluştursun diye… En kolayı şikâyet etmek; peki, düzelmesi için ben ne yaptım sorusuna şu andan itibaren bir yanıtım var. Şimdi bu yazıyı daha çok insanın okuması için uğraşmakta sıra. Tohumların meyve vermesi uzun zaman alır; sabırla beklemeye hazırım…

©Göksel Altınışık Ergur
Yayınlama Tarihi: 12.08.2019




Yorumlar

Adsız dedi ki…
Hocam biz de yakın zamanda ailecek tiyatro izlemeye gittik. 7 den 70’e herkesin tanıdığı ünlü bir tiyatro sanatçısının açık havada sergilediği bir oyundu. Hiç boş yer yoktu. Ancak maalesef anlattıklarınıza çok yakından şahit oldum. Yiyecek ve içecekler, kendi aralarında yapılan sohbetler, paylaşılmak üzere yapılan çekimler... Ben içimden ‘Keşke hiç gelmeseydik’ diye geçirdim. Ama şimdi yazınızı okuyunca yanlış düşündüğümün farkına vardım. Teşekkür ederim size.

Bu blogdaki popüler yayınlar

İlginin İzi

Ben istemedim ki sürprizi, kedi istedi...