Renklerin İzi
KÖŞKTEKİ GİZ
Her gün geçip gittiğim yolun, daha önce ilerisine
geçmediğim noktasından sonraki kısmının en ucundaki, çıplak yamaçları izleyerek
vardığım dorukta, sık ağaçların arasında saklanmış olan kocaman bir köşkle
karşılaştım. Bir harabeydi; bakımsız, terk edilmiş.
İlk gördüğümde içine
girmeyi düşünmemiştim. Çevresinde dolaşıp dışarıdan kabaca gözlemekle yetinmeye
niyetliydim. Ama yetinemedim. İlgimi çeken insansızlığı mıydı? Beni kapısının önüne
dek getiren, kapalı olmasını dileye dileye o heybetli kapıyı ittiren güdü, yüreklilik
mi, serüvencilik miydi? Kapı açıldı. Önüme bambaşka bir dünyanın serildiğini
daha o anda sezdim. Girişteki geniş koridor, sonsuz bir tünelin ucuna uzanıyor
gibiydi. İlerledim. Baştaki aydınlık çabuk tükendi. Yanımdan ayırmadığım küçük
ışık kaynağım yardıma yetişti, önüme ince bir ışık yolu düşürdü. Köşkün
içlerine doğru yürüdüm o yoldan.
Gün ışığını
içeri almak için pencerelere yöneldim. Gördüm ki ışığın odaya girişi, ahşap
pervazlara çakılı kepenklerle önlenmişti. Tek tek bütün pencereleri denedim.
Hiç biri açılmıyordu. Bu sırada gözlerim karanlığa alıştı. Kepenklerin yatay
ahşap şeritleri arasından sızan aydınlık da işimi kolaylaştırdı. İçerisini
incelemeye koyuldum.
Tavanların işlemeli olduğunu seziyor, ama
ayrıntılarını göremiyordum. Döşemeler tahtadandı, üstelik oldukça eskimişlerdi.
Bastıkça acı çekiyormuşçasına sesler çıkarıyorlardı. Boş odaları adım adım
dolaştım. Duvarı izleyerek vardığım diplerde ya bir gömme dolap buluyor ve okşayarak
kabartmalarını anlamaya çalışıyordum ya da bir şömineye rastlıyor, ışığımdan
öteye geçerek geçmiş zamanların alevlerinde kıvılcımlarla oynuyor, küllerin
arasından közlere yol açıyordum. Düşsel bir dünya ile gerçek arasındaki büyülü
geçitteydim. Sanki köşkün her köşesi anı kokuyordu. Banyoda, kurnalarının
başında yoğun bir defne sabunu kokusu aldığıma yemin edebilirim.
İplerim coşkunun elindeydi. Gezintim sürerken üst kata
çıkabileceğim bir merdivene ulaştım. Kararlı adımlarla basamaklarına yöneldim.
Mermerdendi. Geniş ve yüksek basamakları vardı. Alt yüzeyi bütünüyle dümdüzdü
ve eklenti yerine benzeyen bir görünüm yoktu. Kocaman bir mermer parçasını alıp
merdiven olarak yontmuşlardı sanki. Peki, hangi dev mermer ustası yapmıştı
bunu?
Baştan beri ilk kez güvenle basıyordum zemine, ne bir
çıtırtı ne bir sarsıntı. Merdivenden sonra yeniden tahtaların güvensizliği...
Yine de üst katı dolaşmaya başladım. Merdiven aralığının üstüne denk gelen tavan
bölümünde, yeşilin inanılmaz tonlarındaki mozaiklerden bir ışıklık vardı. Gün
ışığına yeniden kavuşunca keyfim bir kat artmıştı. Hele gökyüzüne başka noktalardan
da ulaşılabilmesini sağlayan, her yöndeki birbirinden bağımsız terasları
keşfettiğimde mest oldum.
Köşkün yalnızlığından ürkmüyordum artık. Sanki yalnız
değildim. Tam kıpırtılarımın dindiğini, çarpıntımın geçtiğini düşünüyordum ki
yeni bir heyecanı, büyük terasta beni beklerken buldum.
Genç bir kız terasın ucunda, sırtı bana, yüzü dışarıya
dönük olarak oturuyordu. Simsiyah saçları esintiye kapılmış, sanki çapkın bir
denizci şarkısı söylüyordu. İlk andan başlayarak insanı tellerinin arasına
çekiyor ve duyulmadık melodiler sunuyordu orada. Saçların çekiminden kurtulup
ayrıntılarına yöneldiğimde karşısındaki gülü gördüm. Yüreğimi ve yüzümü çocuksu
bir sevinç kapladı. Bu insan, sıkılmadan, usanmadan tek bir gülün karşısında
oturuyor, onu gözlüyordu. Küçük prensi anımsadım. "Gülünü bunca önemli
kılan, uğruna harcadığın zamandır!" diyordu; bunu tilkisinden öğrenmişti.
Çevremde rastlantı kuşları görüyordum. Ne zaman birine yakınlık duysam beliriverirler.
Arkasından usulca yaklaştım. Artık sezgilerimle değil, gerçeklerle tanımak istiyordum onu. Kendi sözcükleriyle anlatacaklarını,
gözlerine bakarak dinlemeliydim.
"Bütün yapraklarını elden geçirmem gerekse de,
dikenleri tenimi parçalasa da gülü tanımaya çalıştım. En başta, beni karşısına
getiren çağrılar algılamıştım. Dokunmadan bekledim ve önce yanında olmaya
alıştım. İlk dikenin acısıyla gülün varlığı kesinleşti. Yeniden dokunmaya korkar
olmuştum. Sonunda, içimdeki isteğe yenildim. Bu seferki denememde yapraklarının
yumuşaklığına dokunduğumda şaşırdım. Kayıverdi parmaklarım. İşte bu duyguyla
kendimden geçtim. O anda canım yine yandı. Dikenler hep beklemediğim anlarda
beliriyorlardı. Benimse gülü bırakmaya niyetim yoktu. Alışınca ve bu sızıyı
kabullendiğimde dikenlerden sakınmayı da öğrendim" diye anlattı genç kız.
Görmüyordu. Bir noktaya diktiği gözleriyle, güle
tutkusunu dillendiriyordu. Görüntülerin yetersiz kalabileceğini düşünmeye o
anda başladım. Bir de yürekte yaşananlar olmalıydı. Oysa gözlerimizden
yüreğimize uzanan yolu kullanmamakta direniyorduk. İkisinin arasına, aralamak bile
istemediğimiz kalın bir perde çekiyorduk.
Yüzümü görmediği için seviniyor gibiydi. "Böylesi
daha iyi," dedi ve ekledi: “Dilediğim görünümü verebilirim sana. Yüreğim
varlığını onaylamazsa benim için bir ses olmaktan öteye geçemezsin. Öte yandan
seni benimsersem, seversem, bende renkten bir karşılığın olur. Elbette bir de
sana yakıştırdığım, parmak uçlarımla belleğime kazıdığım görüntün.”
Hiçbiri değil de renklerden söz etmesi bana tuhaf
geldi. Onları göremezdi, dokunarak anlamasına da olanak yoktu. Karşısındaki
kırmızı gülün sarı olduğunu söylesem inanmak zorundaydı. Söyledikleri için bir
açıklama yapmasını isteyecektim ki daha ben konuşmadan o atıldı. "Durma,
inanmadığını söyle. Ben de sizin renklerinize inanmıyorum. İlk karşılaşmada
koyuyorsunuz adını: Pembe karanfil, ela göz... Nasıl bilebilirsiniz? Yeterince
süre tanıdınız mı rengini sunması için? Benim renklerim ise yaşadıkça
belirirler. Üstelik birbirlerine dönüşebilirler. Yaşam gibi onlar da durağan
değildir. Kimi zaman, bir renk cümbüşüdür yaşadığım."
Bir süre susup sözlerinin etki etmesini bekledikten
sonra konuşmayı gerçek bir açıklamayla sürdürdü. “Bir daha göremeyeceğimi
öğrendiğimde içimi koyu bir hüzün kapladı. Çaresizliğin sert eli umutlarımı
kırdı. Bütünüyle karanlığa gömüleceğimden kuşkum kalmamıştı. Sonra nasıl
olduysa, kayıp gitmemek için tutunmam gerektiğini anlayıverdim. Yaşamı tanımaya
yeni başlayan bir bebeğin duyarlığıyla, onun kadar merakla her bir nesneye
uzanmalıydım. Ellerimde bıraktığı izleri tanımayı öğrenmeliydim. Yalnızca
renkleri özleyeceğimi düşününce yeni bir karamsarlık dalgası yükseldi. Bu kez
savuşturmayı biliyordum. Çözüm yine bendeydi. Görüp öğrendiğim renklerin anılarını,
duygularımla yoğurdum. Ortaya kendi renklerim çıktı. Hemen benimsedim; yabancım
değillerdi. Artık ne zaman umutla dolsam beyazı yaşıyorum; umuda sarıldığımda,
başlangıçlar düşlediğimde, güzellikler beklediğimde beyazlaşıyorum."
Alışık olmadığım bir oyuna
sürüklenmiştim. Duyguları bir avucuma alıyordum, renkleri öbür avucuma. İki
avcumu birleştirip açıyordum. Her keresinde şaşırıp kalıyordum. Sevdiğimin
kahverengiliğinden kuşku duymadığım gözleri, avucumdan pembe pembe bakıyorlardı
bana. Onlara her dalışımda gördüğüm düşlerdi bu rengi veren. Karşımdaki dağlar
mordu; hüznü, eli kolu bağlı kalakalmayı çağrıştırdıklarından. Yolculuklar
kırmızıydı; çekip gitmeyi delicesine istemek, serüvenler hep kırmızı... Mavi
yerinde duramamayı tanımlıyordu, çakır keyif dalgalarla oynamayı... Siyah
korkuydu; neden olursa... Sarıda özlemek vardı, neyi olursa.
"Burada ne arıyorsunuz?" dedi birisi. Arkama
dönüp sesin geldiği yöne baktım. Üniformalı bir adam yakınıma dek gelmişti. Nasıl
da fark etmemiştim? "Yalnız mısınız?" diyerek sorularına devam etti.
Çevreme bakındım. Terasta o ve ben yalnızdık. "Bir kız vardı, bir de
gülü" dedim. Sesim titriyordu. Korkudan değil, sesim üşüdüğünden. Bu
yabancıyla birlikte yüzüme bir esinti çarpmıştı sanki.
Bu kez, ikimiz birden çevreye bakındık. Terasta
kimseyi göremedik.
Kızı aramaya kalkışmadım. Hem o adama böyle birinin
varlığını anlatmaya çalışmak boşunaydı. Görevini yapıyor, izinsiz girmiş birini
uzaklaştırarak köşkü eski yalnızlığına döndürmeye çalışıyordu. Birden saatin
geç olduğunu ayırt ettim. Renklerimi ve terasa bırakılmış kırmızı gülü yanıma
alıp köşkten koşarcasına uzaklaştım. Gece, alacakaranlıktı. Ay, mavi. Ben mi?
Elbette bembeyaz...
1991
©Göksel Altınışık Ergur
yayınlanma tarihi: 29.3.2018
Yorumlar
Müberra
Öykünü annene okudum. İkimiz de çok beğendik. Ben şahsen lambadaki alevin üşüdüğünü “Mihriban”dan öğrenmiştim. Rahmetli Tayfun Talipoğlu belki de bu tanımlama için “Mihriban”ı yirminci yüzyılın şiiri olarak tanımlamıştı. Şimdi “sesin üşüdüğünü” senden öğrendim ki bu yüzden ben de senin bu öykünü yirmi birinci yüzyılın öykülerinin başına yazdım. Rengine gelince, zaten sana hep beyazı yakıştırıyoruz, senin de bunun farkında olmana ayrıca sevindim. İyi bir insan, iyi bir hekim ve iyi bir öykü yazarı şair olarak hep umutla dolu beyaz kalıp mutlu olasın inşallah… Annen de duygularıma katılıyor ve “devam…” diyor. Sevgilerimizle…