Notanın İzi
SOKAKTAKİ MÜZİK
“Her şeyin bir yaşı var” denmesini anlayamıyorum. Böyle söyleyenlere hemen karşı çıkıyorum: Bu yaşlar ve ancak o yaşta yapılacaklar birbirleriyle nasıl eşleştiriliyor peki? Kim belirlemiş? Önce ayrı torbalara konsalar, sonra sırayla bir ondan bir bundan çekiliş yapılsa ve sonuç açıklansa o zaman mantıklı olabilirdi. “Falanca iş, ancak şu zamanda….., neymiş bakalım, hah evet ancak şu yaşta yapılabilir, daha sonra olmaz” dense belki kabul edebilirdim. Yok “Bu kısıtlamaları, ortak akıl ve ortak deneyim, yıllar içinde deneye deneye belirlemiştir,” deniyorsa bu bana göre pek akla yatkın değil. Aslında bunlara çatmak daha önce hiç aklıma gelmemişti; ta ki belli bir yaşın üzerine çıkana dek. Artık “Belli bir yaştan sonra yapılamazlar” sınırının öte tarafındayım ya, ben karşı çıkmayacağım da kim karşı çıkacak?
Müzik aleti çalmayı öğrenmenin de bir yaşı varmış. Ne kadar erken başlansa o kadar iyi olurmuş. Sonradan öğrenilmesi zormuş. Benim için kışkırtıcı söylemler bunlar. "Uygun" yaşlarımı, "Bir müzik aleti çalabilmeyi ne kadar çok isterdim," diyerek geçirdikten sonra, şimdi mi kışkırtılacağım tuttu? Olsun, öğrenmenin yaşı yok da dememişler mi?
Karar vermek en önemli adım, ama sonrasını da hafife almamalı. Seçimler ve düzenlemeler, kararlılığı koruyarak gerisini getirmeler, hevesin kırılmasını önleyecek yatıştırmalar, zaman zaman ödüllendirmeler, yüreklendirmeler… Hepsini göze almıştım; hatta daha fazlasını.
Seçimimi flütten yana yaptım. İlk anda okul yıllarımda blok flüt çalmayı öğrenmiş olmamın çok işime yarayacağını düşünerek bu kararı almıştım. Oysa yan flütle aralarında dağlar kadar fark olduğunu, yalnızca üflemeyi öğrenmek için bile işe en baştan başlanması ve yoğun emek verilmesi gerektiğini öğrendiğimde neyse ki vazgeçmedim. Kararlılığım zedelenmez olmalıydı; hele de daha en baştan. Sonrası yavaş yavaş geldi. Tek bir eksiklik duyuyordum; başarıyı taçlandırma yöntemim ne olacaktı? “Belli bir yaştan” sonra olunca, sıradan bir hedef seçemezdim. Buldum da; tam istediğim gibi bir “son nokta”. Son demek bitiş belirtmiyor; bir sonraki aşamaya geçişi netleştiriyor yalnızca.
Bunu da çevremdeki herkese duyurdum. Geri dönüş ve cayma yollarını kapatayım diye. İlan edilen kişi sayısı arttıkça, başarma zorunluluğum artacaktı. Aklımca… Kesin ifadelerle duyurdum: “Bir dahaki değil, ama ondan sonraki yaz, yurt dışında bir şehirde, sokakta çalacağım flüdümü.”
Belleğimde geçmişten heveslendirici görüntüler… Belçika’nın geç gelen yaz gecelerinden birinde, Gent opera binasının ön tarafındaki merdivenlerle çıkılan terasında bir periyi andıran, aşağıdaki yoldan gelip geçenlerin göksel bir ayin gibi izlediği kemancı kız… Rüzgarın uçuşturduğu beyaz etekleri, ipek saçları… Müziğin içe işleyen yumuşak tınısı… Gözümü kırpmadan izleyişim, müziğin içine çekilişim… Daha sonra da sokak müzisyenlerine ilgim sürdü. Ne denli telaşlı yürüsem de birkaç saniyeliğine olsun karşılarında durmayı, o anı yaşamayı ve sonra bir sonraki karşılaşmaya dek telaşa geri dönmeyi bir alışkanlık haline getirdim. O yüzden böylesi bir hedef belirlemem kolayca anlaşılabilir. “O akşam yemekler benden,” diye de ekledim keyifle; kim katılırsa, yanımda olmayı seçerse yemeğe de çağrılı. “Nasılsa iyi bir miktar toplayacağım.” Kendimden, başarımdan bu denli emin miydim, yoksa öyle görünmeye mi çalışıyordum; bilmek olanaksız.
Haftada bir saatlik derslerimi hiç aksatmadım. Araya başka işler girebiliyordu, ne de olsa “belli bir yaştan sonrada”ydım ve işler, sorumluluklar önceki dönemlerden daha fazlaydı. Yine de hep bir yolunu buldum, önceliğime flüt derslerini koyarak bunu başardım. Çalışmayı ihmal etmiyordum; nankör denir ya gerçekten de biraz ara versem o zamana dek geldiğim noktadan geriye düşeceğimi hissediyordum. Başlarda bir ara umutsuzluk yakama yapıştı. Başladığı işi başarmaya alışmış bir yetişkin olarak yavaş ilerlemeyi, bir türlü doğru sesi çıkarmayı öğrenemeyecekmişim gibi hissettiğim anları içime sindiremiyordum. En baştan belirlediğim hedef olmasa, belki bu karamsarlık anlarından etkilenebilir ve o anlarda durup dururken başıma açtığım bir bela olarak gördüğüm bu işten cayabilirdim.
Önce küçük bir resital ile denedim kendimi. Dostlar arasında gerçekleştirilen bir kutlama sırasında; flüt çalmayı öğrenme uğraşında geldiğim noktayı ilk kez paylaşıyordum arkadaşlarımla. Etkilendiler. Öyle olduğunu açıkça görebildim. Aslında ufak tefek hatalar yapmıştım, ama dinleyenlerin çoğunun kulağından kaçabilecek düzeydeydi bu hatalar. İçimi rahatlattı. Derslere yeni başladığım sırada tanıştığım bir flüt sanatçısının (Gülşen Tatu) karşısında nasıl ezildiğimi, utandığımı anımsadım gülümseyerek. Kendini bilmezlik olarak yorumlayacağından çekinmiştim. Oysa bu hevesimi yüreklendirmeyle karşılaşmış, başarının ve kendisinin farkında olmanın iç huzuru ile “Sizin bu uğraşa sahip çıkmanız bize de yetkin dinleyiciler kazandıracaktır. Lütfen sürdürün,” deyişini hiç unutmadım. Haklı çıkıyordu.
Sonunda beklenen an geldi. Kendimi hazır hissetmemin, en başta hedeflediğim zamana denk gelmesini iyiye işaret saydım. Hangi şehri seçeceğime karar vermekteydi sıra. Daha önce bulunduğum şehirler geçti bir bir aklımdan. Oralarda dinlediğim konserleri, sokak müzisyenlerini düşündüm. Belleğimdeki mekânlara kendi bedenimi düşlerimde yerleştirdim; nasıl duracak diye etrafında dolaşıp inceledim bu resimleri. Hiçbiri içime sinmedi. Telaşlanmadım. En uygun seçenek, bir anda karşıma çıkacaktı; bunu hissedebiliyordum. İşaretleri izlemem, ipuçları için algımı dört açmam yeterliydi. Tam da böyle bir anda geldi en belirgin yönlendirme.
“Gotik duvarlar üstünde
Hanuş ustanın saati
Onikiyi vuruyordu
Ve çanları çalan ölüm
Ve yukarıda öttü horoz”
Aslında şiirleri okuyup duygusunu içime sindirmekle yetinirdim çok zaman. Bilmediğim sözcükleri araştırmak ise ancak o şiiri irdelemeye karar verdiğim ender durumlar için geçerliydi. Şairinin ne demek istediğini birebir anlamaktan çok, bana ne anlattığı ile ilgiliydim. Bunu da ayrıntılı, kurallı çözümlemeler yapmadan elde etmeliydim; şiirin yüreğime seslenme biçimine bırakmalıydım sonucu. Ama bu şiiri okuduğumda Hanuş Usta kim sorusu aklıma çakılıp kaldı. Dizelerde ilerlememi engelleyecek düzeydeydi bu çakılma. Araştırmaya koyuldum; bir ipucuna varacağını bilmeden…
Prag’daki astronomik saatin mimarıymış Anuşka Usta. Kralın emri ile şehrin saat kulesini yapmaya başladığında, başına gelecekleri bilmiyormuş kuşkusuz. Saatin ünü o denli yayılmış ki benzerlerini başka ülkelere de yapması için teklifler almaya başlamış. Gurur verici bir sonuç olması gerekirken bu ün, kral tarafından ustanın gözlerine mil çektirilmesine yol açmış. Bir yılbaşının hemen öncesinde yazılmış bu şiir, sürgün şairin hasreti haykırıyor.
“Şair memleketten uzak
Hasretten delik deşik
Etrafına dalgın baktı”
Oraya gitmeliydim. Nazım Hikmet’in şiirlerini yazdığı Slavia Cafe’de oturmalı, olursa bir şiir yazmalı, şairin hasretini paylaşmalıydım. Bu arada da flüdümden çıkacak melodileri Vltavin nehrine katıp uzaklara yollayabilirdim.
En baştan belirlediğim zaman geldiğinde birlikte gidecek kimse bulamadım. Herkesin mi işi çıktı, diye canım sıkıldıysa da üzerinde durmadım. Yaşayacağım serüven, heyecanı kolay sönecek türden değildi. Flüdümü ve notalarımı bavuluma yerleştirirken küçük bir tereddüt anı yaşadım. Çabuk geçti.
Otele yerleşir yerleşmez hızlı bir şehir turu yaptım. Bulunduğum yeri, gelmeden tasarladığım görülecek yerler ve oralarda yaşanacaklar açısından konumlandırmalıydım. Eski şehre gittim ve astronomik saati buldum. Ölümün simgesi olan çanın, iskelet heykelinin elinde çalınması ile başlayıp horozun ötmesi ile biten saat başı seremonisinin hemen öncesinde oradaydım. Gösterinin keyfini çıkardım ve ardından saati incelemeye koyuldum.
Büyüleyici görünümü, kulenin üzerine yerleştirilen saat ve heykeller, simgeleri oluşturuyordu. Saat güneşin, ayın ve yıldızların konumunu gösterir ve günün tarihini işaret edebilirken, saatin o anda kaç olduğunu da buradan öğrenmek haksızlık sanki. İki sıra halinde yer alan heykellerden ilk sıra kaçınılması gerekenlere atfedilmiş: Kibirlilik, cimrilik, yaşamı sevmemek, eğlenceye aşırı düşkünlük. Alt sıradaki heykeller ise sahip çıkılacak değerleri simgeliyordu: Felsefe, adalet, bilim ve astronomi. Sırtımı dayadığım eski belediye binasının büyük kısmı, 2. Dünya Savaşı sırasında yanlışlıkla düştüğü belirtilen bomba ile yıkıldığı halde saat kısmı en ufak bir hasar görmemiş. Daha sonra ustasının, saatin dişlileri arasına ellerini sokarak canına kıymasının ardından uzun bir suskunluğa bürünse de elli yıl sonra hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya dönebilmiş. Saatler yas tutar mı, öç alır mı?
Bu öyküsünü de öğrendikten sonra saati görebileceğim bir köşe araştırmaya başladım. Notaları ilk olarak oradan üfleyecektim. Parkın bittiği noktada, kilisenin merdivenlerinin dibinde yaşlı bir adam dikkatimi çekti. Akordeon çalarak küçük adımlarla dans ediyor, bir yandan da şarkılarını söylüyordu. Küçük bir şezlong vardı arkasında, yorulursa soluklanması için. Sanki her yeni şarkıda biraz daha genç, biraz daha dinç oluyordu. Yüzümde gülümseme ile izledim bu yaşlı adamın genç coşkusunu. İyi ki, dedim, her şeyin bir yaşı var sözüyle çekişmeye başlamışım. "Ben de böylesi, yaşamın tam içinde bir yaşlılık istiyorum," diyerek kararlılıkla bunu da gelecek planlarımın arasına yazdım.
Sonra da nehir kıyısına geçip Nazım için çaldım. Ardından köprüleri sırayla dolaşıp canımın çektiği yerde durarak şarkılarımı paylaştım ve flüt kabında topladığım paraları babaannemden kalma işlemeli para kesesinde biriktirerek yoluma devam ettim.
O akşam yemeği, dostlarla yaşanacak bir kutlama ziyafetine dönüşmemişti belki ama bu kez başka bir hedefim vardı; başka bir “son nokta”. Tatil boyunca flüdüm aracılığıyla biriktireceğim paraları, bu noktaya gelmemde onca emek harcamış öğretmenime götürecektim. Bir ödeme olarak değil, ortak çalışmalarımızın başlangıç mayası olarak. Olanağı olmayan çocuklar için müzik aletleri almaya bir kaynak oluşturabilirdi.
Bana göre müziği sokağa taşımak, yaşamın içinde eritmektir. Hele çocuklarla buluşturmak, geleceği kurtarabilir. Bir masalın sonunu değiştirmeye adayabilirim bu kez kendimi. Fareli köyün kavalcısı, çocuklara da birer kaval verecek ve gökten üç elma düşene dek müziği çoğaltarak büyükleri öyle yola getirecek. Bu sonu sevdim.
20-29.8.2009
Not: Bu yazı, bir miktar kurgu içermektedir. İpuçları fotoğraflarda ve videoda gizlidir.
Göksel Altınışık Ergur
Yayınlama tarihi: 30.3.2018
Yorumlar