Geçmişin İzi


Sana

Küçük çocuklar yapıp geceleri kendimden,
Seni öpsünler diye gönderiyorum sana.
Bana, kucaklarında seni getiriyorlar;
Ben de sonra o seni getiriyorum sana.
Özdemir Asaf


ELİF


     Onu ilk gördüğüm günü anımsamıyorum. Bendeki başlangıç, elinde göz damlası, odamın kapısını çalmaksızın içeri dalışı ve "Hiç işe yaramadı bu ilaç" deyişi... Sağlık ocağımdaki olanaklarımın kısıtlılığından her derde deva olmam olanaksızdı, ama bu kız çocuğunun sorunu neydi acaba?
Odama girişiyle irkilmiştim. Hem uğraştığım bir iş vardı hem de bir kız çocuğu yanında büyüğü olmaksızın odama dalıyor, tedavimi yargılıyordu. Elimdeki evrakları bırakıp "Gel bakalım. Baştan anlatmaya başla." dedim. Ezberi yarıda kesilmişcesine durakladı ve usulca masamın önündeki sandalyeye ilişti. Doğrudan yüzüme bakıyordu.
Sekiz-dokuz yaşlarında olduğunu düşünmüştüm, on üçmüş. Ufak tefek, yöre çocuklarının pek çoğuna göre sağlıklı görünen, eli yüzü temiz, gözlerinde farklı bir pırıltısı, yanaklarında utanmanın değil coşkunun pembeliği olan, şiveyle ve devrik tümcelerle konuşan, başı dik, kararlı tavırlarıyla ne istediğini bildiği sezilen bir kız çocuğuydu. Saçları bir yemeniyle örtülmüştü ya, sanırım kumraldı. Burnunun üstünde çilleri vardı. 
"Ver bakayım neymiş o ilaç?" diyerek konuya girdim. İlacın kutusunu uzattı. Tavrında bir tuhaflık vardı. Tanımlayamadığım bir başkalık... Sanırım o yaş grubundan öbür çocuklarla karşılaştırılınca ortaya çıkan bir ayrılıktı bu, belki de ayrıcalık...
Sağlık ocağıma gelen çocuklarla konuşmayı seviyordum. Öylesine ürkek, öylesine tatlıydılar. Başları önlerine eğik, omuzlarının arasına gömük giriyorlardı içeri. Yanlarında ya öğretmenleri ya da sınıf arkadaşları oluyor, kapıdan girişte kalakalıyorlardı. Ne söylesem, ne sorsam hep aynı yüksek, tek düze ses tonuyla ve her tümcenin sonuna mutlaka bir "Örtmenim!" ekleyerek yanıt veriyorlardı. Genelde kısa, ayrıntıya inmeyen yanıtlar... İlgilerini çekmeye çalışarak, güler yüzle sorgulamamı yapıyor, ürkütmeden muayenemi tamamlıyordum. Çoğu zaman, araya giren süre işe yarıyor, sonunda gözler yüzüme dek kalkmış, omuzlar gevşemiş, ses yumuşamış oluyordu. Günün en rahatlatıcı anlarıydı bunlar. Çocuk sıcaklığında, yumuşaklığında...
Gelelim Elif'e. O, açık iletişimi beraberinde getirmişti. Belki de benim anımsamadığım gerçek ilk karşılaşmada diğer çocuklar için anlattığıma benzeyen süreçlerden geçmiştik ve bu kez daha rahat davranabiliyordu. Karşısındaki insan erişilmez değildi ve bir diyeceği varsa hemen oracıkta demeliydi. Bu hoşuma gitti. Yine de özenli bir girişin, suçlayıcı olmayan bir üslubun kendisine daha fazla yardımcı olacağını söylemeden edemedim. O da ayrımına varmış olacak ki durakladı, ilk hızı biraz kesilerek konuşmasını sürdürdü. Ayrıca sesi yumuşamış, yanaklarının pembeliği daha da belirginleşmişti.
Göz damlasını ben vermişim. Dediğim biçimde, aksatmadan kullanmış. Gerçi çapaklanma geçmiş, ama gözlerinin ağrısına hiç iyi gelmemiş ilaç. Hem zaten bu ağrı çok uzun zamandan beri varmış. Bebekken onu düşürmüşler, kafası taşa çarpmış. İşte gözlerinin kaymasına bu kaza neden olmuş. Hem gözleri kayıyor diye çok üzülüyormuş. Her gece ağlamaktan yastığı ıpıslak oluyormuş. Bir solukta anlattı bunları.
Olayın duygusal yönü bu denli yoğunlaşınca ilacı, kullanma nedenlerini bir kenara bıraktım. Dikkatimi Elif'in gözlerine verdim. Ancak o zaman bir gözün hafif dışa kaydığını ayırt edebildim. “Yavrucuğum,” dedim, “öyle belirgin bir kayma yok gözlerinde.” Sorununun hafife alınması hoşuna gitmedi, küskünleşti. Halini fark edince, eğer bu denli sorun yapıyorsa bir göz doktoruna gönderebileceğimi söylediğimde ise ilgilenir gibi oldu. Sonra birden bire "Siz halletseniz. Annem yok benim. Babam da. Kimse para vermez bana." dedi.
Öyküsünün geri kalanını böylece anlatmaya başladı. Ah Elif, ne diyeyim ben sana?
Annesi ve babası bir kazada, o çok küçükken, ölmüşler. Yedi kardeşi daha varmış. Onlar köyde kalmışlar. Elif köyde yaşamak istemediği için bir tanıdıklarının yanına gelmiş. Kadın ona çok kötü davranıyormuş. Okula mı? Gitmiyormuş, daha doğrusu göndermiyorlarmış. Hem artık o da gitmek istemiyormuş. Kadının iki çocuğuna bakıyor, ev işlerini de yapıyor, bulaşıkları, çamaşırları yıkıyormuş. Çok yoruluyormuş. Hem gözlerine de çok üzülüyormuş. Her gece ağlıyormuş gözlerinin ağrısından.
Bu öykünün yarısıyla bile benim için Elif, yardım edilmesi gereken, elden gelenin yapılacağı bir çocuk olurdu. Hemen onun yanında, aklıma gelen birkaç yeri aradım. Durumunu anlattım telefonda, aynı bana anlattığı gibi. Aldığım yanıtlara sevindim. Yardım edebilecek bazı kurumlar vardı ve devreye sokmak için hemen harekete geçebilirdik; ancak yanında kaldığı kişiyle ya da velisi kimse onunla gitmeliydi. Ahizeyi yerine koyar koymaz muştuyu ona da verdim. Benim keyfime diyecek yoktu ya o bir türlü sevinemiyordu. Derdini söyledi sonunda. Yanında kaldığı kadın buna razı olmazdı, zaten buraya da ondan habersiz, kaçarak gelmişti. Yanına gidip yanağını okşadım. Başka yolu yoktu. Önce birlikte bana gelirlerdi ve uygun bir dille anlatarak o kadını ikna ederdim. Bu arada hastaneyi de aramış ve Elif’in ücretsiz muayene olabilmesini ayarlamıştım. Bakalım ne tür bir tedavi önereceklerdi. Teşekkür ederek gitti. Ertesi gün, yanında orta yaşlı bir kadınla geldi. Kadın "Saolasın doktoranım, bizim kızla pek bi ilgilenmişin," deyince işimin korktuğumuz kadar zor olmayacağını geçirdim içimden. "Buyurun, oturun. Elif'in nesi oluyorsunuz?" "Annesiyim."
Annesi? "Yani öz annesi mi? Yani onu siz mi doğurdunuz?" Kadın kim bilir nasıl şaşırmıştır anne kavramı üzerine böyle ardı ardına sorular sorduğum için. Yanıtı kesindi: “Elbet doktoranım, onu ben doğurdum.”
Elif'e takıldı gözlerim. Kafam allak bullak... Elif'in yüzü de. Sanki annesi ihanet etmiş, onu zor durumda bırakmıştı. Öyle bakıyordu annesinin yüzüne. Birden Elif'in öyküsü geçti aklımdan. Acaba ne kadarı doğruydu? "Peki, babası?" diye sordum. "Bi otelde getir götür işlerine bakıyo. Durumumuz yok. Nası eyi ettiriz bu kızın gözlerini doktoranım?"
Kırgındım. Son bir uğraşla yardımcı olacak kişinin adını ve adresini yazdığım kâğıdı kadına uzattım, “Buraya gidin; sizinle ilgilenecekler,” dedim.
Ertesi gün ilk iş, kayıtlardan Elif'in izini sürdüm. Açık bir adres bulamayınca canım sıkıldı. Yeniden gelmesini bekleyecektim çaresiz. Geldi. Bu kez gözleri yerde olarak içeri girdi. Susuyordu. Ben çağladım. "Senin ne yaptığından haberin var mı? Hadi yalan söyledin, bu yalanları benim onca insana söylememe nasıl razı oldun? Hiç mi sıkılmadın? Beni ne duruma düşürdüğünün farkında mısın?" Bir tek “beni çok kırdın,” demedim. Kırmıştı, ama sesim titremeden bunu söyleyemezdim.
"Başka türlü bana yardım etmiyceğinizi sandım." Bunun üzerine uzun uzun konuştuk; anlattıklarından yalan söylemenin öğrenilen bir davranış olduğunun ipuçlarını topladım. Ne işe yarayacaksa bir de söz aldım ondan; bir daha, asla, hiçbir koşulda, yalan söylemeyeceğine ilişkin.
Başka bir kente atanıp sağlık ocağımdan ayrıldıktan sonra bir gün, kalınca bir zarf aldım. Bir mektup... Elif’ten… Yaşamında ona en iyi davranan insan benmişim. Hiç unutmayacakmış, ne beni ne de bana verdiği sözü. Yaptığından utanıyormuş. Kendi işlediği mendili kabul edersem çok mutlu olacakmış. Bir de mendil çıktı zarfın içinden. Çiçekler ve kalplerin arasında kocaman bir yazı vardı. "Sizi çok seviyorum. Elif" Mendili panoma astım.
Şimdi onu kazanılmış bir çocuk olarak düşünmek, sözünü tuttuğuna inanmak istiyorum. Kendimi avutuyor olsam da umurumda değil.
Elif, lütfen...
1993

©Göksel Altınışık Ergur

yayınlanma tarihi: 3.4.2018



Yorumlar

Aşk dedi ki…
İnsanı o ana alıp götürüyorsunuz hocam elinize sağlık ��Bence o çocukta sizi örnek alıp bu davranıştan vazgeçmiştir. Vazgeçmese bile eskisi kadar kolay yalan söylemeyecektir eminim
Ayşenur Yılmaz
Yorum ve ilgin için teşekkürler Ayşenurcuğum.. Elif hakkında ben de öyle düşünüyorum. Şu an 38 yaşında...
Unknown dedi ki…
Sevgili Göksel,
Elif’i anlatışının yalın, gerçekçi, katkısız oluşu çok iyi bence... Öykü akıcı ve sürükleyici... Bir tek Elif’e kızgınlığının geçmediğini yadırgadığımı belirtmemi hoş görmeni dilerim. Elif ve ona senin yaklaşımın hakkında okuyucunun da düşünmesini zorlamak bağlamında öyküyü “Mendili panoma astım…” cümlesiyle bitirseydin daha mı iyi olurdu acaba?
Annen öykünün bitişi ile ilgili düşünceme katılmadı, “sonrası da kalsın” diyor…
Başarılarının devamı dileklerimiz ve sevgilerimizle…

Bu blogdaki popüler yayınlar

KLASİK MÜZİK KONSER ADABI

Orada Bir Doktor Vardı Uzakta

İlginin İzi