Girit/Crete, WASOG ve başka şeyler

Girit/Crete, WASOG ve Başka şeyler


İşte geldik gidiyoruz. Eteklerim zil çala çala geliyordum ya, şimdi aynı düzeyde ama başka tür bir heyecanla geri dönüyorum. Adı, eve gitmek olduğu için.

Uzmanlık eğitimimin daha 3. ayında bütün masrafını mecburi hizmette biriktirdiğim paralardan karşıladığım, kendime burs verdiğim, mesleki/bilimsel gelişimime sponsor olduğum ilk kongrem, Avrupa Solunum Derneği'nin Floransa'daki Yıllık Kongresiydi. O zamandan beri kongreye gittiğim bütün şehirlerden "buraya ayrıca gezmek için gelmeli," düşüncesi ile ayrıldım. Aradan geçen 25 yılda bunun değişmeden kalması çok ilginç. 

Evet, Girit gelmeyi hevesle beklediğim bir yerdi. Yaklaşık üç gün geçirdim. Bu sürede antik Knossos Sarayı'nı da görmedim, Heraklion Arkeolojik Müzesi'ni de. Molo Kalesi'ni ve Venedik surlarını otobüsle yanlarından geçerken görülebilen kadarıyla biliyorum. İkinci Dünya Savaşı'nda Almanların ısrarla bombalayıp koca bir antik uygarlığa, ardından Osmanlı'lara ait dünya mirasını yok ettiğini, adadaki evleri yerle bir ettiğin, neredeyse taş taş üstünde bırakmadığını bilmek içimi acıtıyor. Bu sözünü ettiklerim kalan az sayıda görülmesi gereken yer. Öte yandan yeniden kurulan şehrin taş binalar yığını oluşundan da mutsuz olduğumu söylemeden geçemeyeceğim.

Aslanlı Çeşme'yi (Morosini Fountain) yanından geçtiğim sırada şöyle bir görebildim. Otelin on dakika uzağındaydı da görev icabı son akşam oraya gidip döndüm. Ne görevi olduğunu yazının sonunda söyleyeceğim. Üzülmesin kimse benim için, çok güzel kazanımlarım oldu. Üstelik bu benim seçimim, hem dediğim gibi 25 yıldır çok az istisna ile yaşadığım bir seçim.

Kongre çok güzeldi. Konuşmaların tama yakını, insanın dinledikçe dinleyesi gelecek türdendi. WASOG uluslararası, saygın bir dernek. Dünya Kongreleri ve ayrıca daha küçük uluslararası toplantıları oluyor. Türk Toraks Derneği Klinik Sorunlar Çalışma Grubu olarak, 2014 yılında bir dünya kongresini WASOG ekibi ile ülkemizde, Kuşadası-Pamucak'ta gerçekleştirmiştik. O zaman çok güzel yorumlar almıştık. Hatta birkaç farklı ülke ekibinden (ikisini Amerika ve Hollanda olarak anımsıyorum; belleğim beni yanıltmıyorsa tabii) "İyi ki sizden önce yapmışız, sizden sonra bu çizgiyi yakalamak ve üzerine çıkmak için uğraşmak büyük stress yaratırdı" iltifatını bile duymuştuk. 

Geçenlerde Amerikan Toraks Derneği Kongresi'nde karşılaştığım bir Japon meslektaşım ve bir genç Amerikalı kadın (hasta organizasyonlarından birinde çalışan temsilciymiş) Türkiye'den gelmiş olduğumu duyunca kongremizi unutamadıklarını, evde bile sıklıkla konusunun geçtiğini söylemişlerdi. Hatta o sevimli genç kadın, "biraz özel bir şey söyleyeceğim ama, madem ki o gecenin fikri size aitti size mutlaka söylemeliyim," diye başlayarak hayat arkadaşı ile açılış gecesi Efes Celcius Kütüphanesi önündeki masal gecesinde tanıştıklarını anlattı. Sonra da bana, Amerika'daki LAMposium kongresine gelip gelmeyeceğimi sordu. Ben maddi kaynak sağlamanın güçlüğü nedeniyle büyük olasılıkla katılamayacağımı belirttiğimde "bildirisi olanlara katılım bursu verileceğini" söyleyerek başvuru bilgilerini verdi. Döner dönmez 5 adet bildiri gönderdim. Bakalım, belki de burs almaya layık bulunur çalışmalarım ve bu özel kongreye katılma olanağı bulurum. Sonra orada geleceğimi değiştirecek mesleki bağlantılar kurarım ve biz de işte uzun süre o kongreden söz ederiz. Hayatın bu döngülerini, tamamlanma şekillerini çok seviyorum. Yaş aldıkça ve ilgimi yönelttikçe bu döngülerden o kadar çok gark ediyorum ki sevmekte haklıyım.  

Değişik zamanlarda tanıştığım meslektaşlarımla konuşma, bazı hastalıklarla ilgili bilgi alışverişinde bulunma ve hatta yeni fikirlerle, yeni işbirliği olasılıkları ile oradan ayrılma şansı yakaladım. Dostlukları pekiştirdim. Sosyolojide buna "Sosyal sermaye" deniyor. Mesleki ve kişisel gelişim için önemli bir kaynak. Aslında, insan tanımak, onlar tarafından da tanınır olmak... Bir yerde çıkar için gibi görünse de bunu içime sindirebilmemi sağlayan, o sosyal sermayeyi yalnızca kendim için biriktirmeyip tanışıklıklardan yola çıkarak  hastalarıma, meslektaşlarıma, onların hastalarına yarar olarak dönüştürebilmeyi başarmam. Seyrek rastlanan bir hastalık olan Alveoler Proteinozis hastalığında, kanda antikor bakılmasını Amerika'daki bir laboratuvarda ücretsiz olarak sağlamam ve bundan ülkemdeki doktorların ve dolayısıyla hastalarının yararlanmasını sağlayabilmem buna bir örnek. Şimdi WASOG'un yıllar sonraya uzanacak etkilerini bekleme zamanı.

Bir grup halinde gitmiştik Girit'e. Kongreye katılım konusunda benzer hevesleri olan insanlar olarak uyumu hemen yakaladık. Bir insanı tanımak için ya seyahatte gitmeli ya yemek yemeli ya da alışveriş etmeli, denmez mi? Güzel insanlar tanıdım. Bir yerlerde tanışmış olmaktan öteye geçebildik; dostlarım oldular. Bunda birbirimize ilgi göstermemiz, dinlememiz ve kendimizden bir şeyler anlatmamız etkili oldu. Aradaki bir saatlik bir boşlukta kongre otelinin denizine girmek için o otelde kalan bir arkadaşımızın odasını kullanmak ve serin sulara girip güneşlendiğimiz kısacık sürede neşeli sohbetler yapmak gibi anlar geliyor aklımda (Evet, denize girebildim bir sefer; bunu söylemeyi unutmuşum. En azından bunun için üzülmeyin). Akşam yemeği masasında yan yana düşünce yaşamda biriktirdiklerimizi birbirimize aktarmalarımız...  Otobüsle kongre merkezine giderken buna devam etmemiz... Gülmelerimiz, dersler çıkarmalarımız... Birimiz hastalanınca çantalardan çıkarılan çeşit çeşit ilaçlarla deva olmalarımız, temkinliliklerimizde benzeşmelerimiz... "Ben seni biraz soğuk, mesafeli diye düşünürdüm, bu kadar sıcak biri olacağını hiç beklemezdim," derkenki açıksözlülüklerimiz... Görüşmeyi sürdürmek için kararlı temennilerimiz... Daha az konuşabildiklerimizle bile bir sonraki bir araya gelişte kaldığımız yerden sürdürebileceğimizi hissedip o zaman daha yakın arkadaşlar olmak için isteklerimiz...

Giderken, Kırkyumurta bekle beni, demiştim. Beklediyse hevesi kursağında kaldı. Tıpkı benim gibi... Son gece, akşam yemeği dönüşü iki arkadaşıma dedim ki "Kırkyumurta'yı en azından görmeden gitmek istemiyorum." Onlarla ilgisi olmamasına karşın içten bir coşkuyla "Hadi," dediler, "gidip bulalım, görevi yerine getirelim." Zaten yakındaydı; Aslanlı Çeşme'nin bulunduğu meydanda olduğunu öğrenmiştim;  bir de hikayesini. Şu anki sahibinin dedesi 1924 yılında burayı açmış. Sonra oğlu, 1996'da da şimdiki sahibi torunu devralmış. Hem de o salaş halini, küçük ama sıcak işletmeciliğini, gelenlerin kendilerini unutup büyük bir arkadaş grubunun bir üyesi olarak görmesini ve birlikte gülüp, ağlayıp, şarkı söylemeye devam etmelerini isteyen kuruluş ilkesini de devralmış. Adının bir hikayesi var. Fiziksel özelliklerle ve tarihi notlarla ne anlatırsanız anlatın, bence insana dokunan hikayesini anlatmadan bir yeri tanımak tamamlanmıyor. Dede daha gençken, babasının yanında dolaştığı bir gün komşu kadın ona birkaç yumurta vermek istemiş. Oğlanın babası (büyükbüyükbaba) atılmış: "Aman n'apıyorsun? Dur, zaten 40 yumurtayı yedi bitirdi... " O günden sonra bir lakabı olmuş delikanlının: Kırkyumurta.
   
Aslanlı Çeşme'yi ilk gün otele gelirken görmüştük. Kaybola kaybola ara yollardan gittik. Oradan sonra da sora sora bulduk bizim yeri: "Sarantavgas/Σαράνtαuγά" Çevredeki dükkanların hemen hepsi kapanmıştı. Sokaklar canlı olsa da gecenin o saati çalışmak için geçti. Hele de siesta geleneğinin sürdüğü bir topluluk için. Bazı kafeleri dolduranlar ve sokaklardaki canlılık gençlerden oluşuyordu. Bir pasajda, kapalı kepenkli balıkçı dükkanların arasında küçük bir dükkan açık kalmıştı. Tabeladaki kabartma yumurtalardan bildik aradığımız yerin orası olduğunu. Bir fotoğrafını bari çek, dedi arkadaşlarım. Çekine çekine, biraz da gizlenerek çektim. Benim planladığım halde burada oturup Girit mezesi tadamadığım için üzülen dostlarıma "Olmuyorsa daha iyi bir zamanda olacağı içindir." dedim. "Kesinlikle!" dediler, demek aynı bakış açısında sahip olmak yaklaştırıyordu insanları. Zaman yitirmeden otele dönmemiz gerekiyordu. Blog yazımın altına (artık bir yaşam biçimine dönüştüğüne göre yazacağımdan emindim) koymak için fotoğrafı bilgisayarıma aktardım. O çekingenlikle çekince silik, titrek, bulanık çıkmış. Tam "tüh," diyecektim ki gülümsedim: "Daha güzel bir fotoğrafını çekmek için buraya yeniden gelmek gerekecek." Yine de buraya ekleyeyim. Görevin tamamlandığının kanıtı olarak...

Bekle beni, Girit, yine geleceğim...

http://www.greekgastronomyguide.gr/en/item/kafeneio-sarantavga-heraklion-crete/

©Göksel Altınışık Ergur

yayınlanma tarihi: 10.6.2018






Yorumlar

Unknown dedi ki…
Sevgili Göksel’imiz,
Merhaba.
Eteklerin zil çala çala gittiğin Girit’ten gene eteklerin zil çala çala döndüğünü yazdığına göre, bugün “hoş geldin!” dememizi en çok senin hak ettiğini düşünüyoruz. Hakkını verelim: HOŞ GELDİN, SEFALAR GETİRDİN!
Uzmanlık eğitiminin daha 3. ayında bütün masrafını mecburi hizmette biriktirdiğin paralardan karşıladığın ilk kongrenin sonunda "buraya ayrıca gezmek için gelmeli," düşüncesi ile ayrıldığın Floransa'ya ayrıca gezmek için gittin mi? Gitmediysen önce oraya ve sonra aradan geçen 25 yılda aynı düşüncelerle ayrıldığın diğer şehirlere sevdiklerin ve sevenlerinle birlikte gidin ve bizim gözümüzle de görün inşallah…
Katıldığın kongrenin çok güzel olduğunu düşünmen ve konuşmaların tama yakınını, insanın dinledikçe dinleyesi gelecek türden bulman, kariyerinde çok iyi yerlere geleceğinin işareti gibi gözüküyor; yolun açık olsun inşallah. Türk Toraks Derneği Klinik Sorunlar Çalışma Grubu olarak WASOG ekibi ile ülkemizde, Kuşadası-Pamucak'ta 2014 yılında gerçekleştirdiğiniz dünya kongresi ile ilgili olarak birkaç farklı ülke ekibinden "İyi ki sizden önce yapmışız, sizden sonra bu çizgiyi yakalamak ve üzerine çıkmak için uğraşmak büyük stres yaratırdı" iltifatını almanızda katkının çok olduğuna tanığız ve bunun için seninle gurur duyuyoruz. Geçenlerde Amerikan Toraks Derneği Kongresi'nde karşılaştığın hasta organizasyonlarından birinde çalışan temsilci bir genç Amerikalı kadının Amerika'daki LAMposium kongresine "bildirisi olanlara katılım bursu verileceğini" söyleyerek katılmanı istediğini belirtmesi, çalışma alanın olan bilim dalında ilerleme yönünde sende bir ışık gördüğünün işareti gibi ki bu, senin için olduğundan belki daha fazla bizim için büyük onur.
Mesleki ve kişisel gelişim için önemli bir kaynak olan "Sosyal sermaye" bakımından zenginliğin de yazından çok güzel anlaşılıyor.
Unknown dedi ki…
Girit’te “Kırk yumurta”yı gördüğüne göre kursağında kalan bekleyenin yok demek ki. Kırk yumurtanın öyküsünü öğrenmen çok iyi. Ben de Türkiye’mdeki on yumurtanın öyküsünü aktarayım. Bir öğretmen baba şöyle anlatıyor: “Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinin yaklaşık yirmi kilometre güneyinde yan yana iki orman köyü vardır. Boşnakköy ve Armutlu. Her iki köyde de hayat zor, insanları yoksuldur. 1950 yılının güneşli bir Temmuz sabahında, bu iki köyün en çalışkan iki öğrencisi Ali ve Kerim, birkaç yıl içinde öğretmen okullarına dönüşecek olan Köy Enstitüsü sınavına katılmak için ilçe merkezine yola çıkarlar. Tabii yürüyerek. Ali’nin elinde küçük bir sepet ve sepetin içinde on tane yumurta var. Evde para olmadığından, annesi ilçede satıp, sınav için lâzım olacak kalem, silgi gibi ihtiyaçları alması için bu on yumurtayı, biraz kendi evinden, biraz da komşulardan toplayarak Ali’ye vermiş. Kerim’in ailesi daha da fakir olduğundan, Kerim’de o da yok. Yaklaşık yirmi kilometre yolu yürüyerek ilçe merkezine ulaşıp, hemen bir bakkala giriyor ve on yumurtayı satarak bir kalem ve bir silgi alıyorlar. Kalemi de, silgiyi de ikiye bölerek paylaşıyor ve sınava giriyorlar. İkisi de başarmıştır. Ancak bilmedikleri bir şey var. Sınav iki gün. Bu iki küçük köylü çocuk, sınava girip akşama köylerine dönmeyi düşünürken, şimdi Hükümet Konağı'nın önünde, neredeyse ağlamaklı geceyi nerede geçireceklerini bilmeden, bir aşağı, bir yukarı yürümekte… Cadde üzerindeki evlerden birinde, bu iki köylü çocuğa merakla bakan bir kadın onları eve çağırır. Durumu öğrenince onları doyurur. Akşama eşi de işten gelir ve çocukları o gece misafir ederler. İkinci gün de sınav başarılıdır. Birkaç ay sonra Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsüne kayıt ve ardından şanla şerefle geçen otuz yılı aşkın öğretmenlik yaşamı… Anlatan, öykünün sonunu şöyle bağladı: Bak oğlum, köyden on yumurtayla çıkan iki çocuğun öğretmen, subay, mühendis, milletvekili hatta cumhurbaşkanı olabildiği yönetime CUMHURİYET denir.''
Türkiye’mde Cumhuriyetin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, “Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır.” demiş. Biz de ona inanıyoruz ve onun için çalışıyoruz…
Girit seni bekliyordur mutlaka. Daha güzel bir fotoğrafını çekmen ve Kırk yumurtada oturup Girit mezesi tatman için…
Sevgilerimizle…

Bu blogdaki popüler yayınlar

KLASİK MÜZİK KONSER ADABI

İlginin İzi

Ben istemedim ki sürprizi, kedi istedi...