Kırmızı gül kokusuyla vals
Kırmızı gül kokusuyla vals
Öyle özel bir gündü ki yazmasam olmaz.
Yazma ritmim zaten buna göre belirlendi. Sık mı yazı paylaşıyorum yoksa seyrek mi derdine düştüm bir ara. Ama epeydir bunu sorun yapmıyorum. İçimde bir dürtü oluyor; bir ses "bunu yazmazsan olmaz" diyor ve ben onu dinliyorum.
Akciğer yıkaması konusunu beni yakından tanıyanların çoğu biliyordur. Çünkü onlar, ya anlattığıma denk gelmişlerdir ya da Kalbimiz Attıkça kitabımdaki, meslek yaşamımdaki ilk akciğer yıkamasının öyküsünü okumuşlardır. Burada söz edeceğim başka bir öykü. Önceki hastalarım şifa bulmuşken, sonraki hastalarım kendiliğinden ya da sadece bir yıkama ile düzelmişken bir hastam, tam da arada kaldı. Epeyce uzun bir zamandır ona sağlık vermek için kaç koldan çabalıyoruz. Akciğer yıkamaları ile rahatlıyordu rahatlamasına, ama bir süre sonra yeniden gereksinim duyuyordu. Bunun üzerine yurt dışından getirtilebilecek bir ilaç için çare arayışına giriştim. Ama çok pahalı olan bu ilacı sağlık güvencesinin ödeyebilmesi için yine ülkemizde hiçbir merkezde bakılmayan bir kan tetkiki yapılması ve onda sorun olduğunun gösterilmesi gerekiyordu. Amerika'dan konuyla ilgili bir Profesör ile bağlantıya geçtim, kanın ücretsiz olarak tetkik edilmesini sağladım ve ilacı getirttik. Hastam kullandı ve belirgin bir yarar sağlayamadık. Yine aralıklı akciğer yıkamalarına geri döndük. Genel olarak umutluydu. Morali bozulduğunda onu "Üzülme, hiç olmazsa bir seçeneğimiz var; ya yıkamayı yapamasaydık" diye teselli ediyordum. Onun için açtığımız yol sayesinde, ülkemizde değişik merkezlerden meslektaşlarım hastalarının kanlarını aynı laboratuvara gönderip hastalarına tedavi seçeneğini sundular. O süreçlerde de benim hastam diğer hastalara bilgi vermeye çalıştı. Başka şehirlerden aynı hastalığa yakalananlarla haberleşip bir yardımlaşma ağı kurmaya başardı.
Yine yıkama yapılması gerekiyordu. Bu sefer acilen halledilmesi ayrıca önemliydi. İki akciğer ayrı seanslarda yıkanmalı. İlki 15 gün kadar önceydi. O günü anımsamak bile istemiyorum. Sonuçta başarıyla hallettik, ama yan sorunlarla uğraşırken ve işlem sırasındaki stresle baş etmeye çalışırken ömrümden ömür gitti. Sinirlerim tepeme çıktı. Tadım kaçtı. Neredeyse bir daha yıkama falan yapmam deme noktasına geliyordum. Gelebilirdim de; onu bu kadar sevmesem, işime bu kadar bağlanmamış olsam, bir insana yararlı olmanın doyumuna bağımlı olmasam... Bugün yapılacak yıkama için gerekli ayarlamaları yaptım. Öğleden sonra geç bir saate dek hasta randevusu vermedim. Kendimi bütünüyle bugünkü yıkamaya odakladım, hazırladım. Sabah çok erkenden ameliyathaneye gittim. Baktım gelen giden yok, asistanımı aradım ve gelmelerini hızlandırdım. İçimdeki coşku ile bir an önce başlamak ve en güzel şekilde yapıp huzurla bitirmek istiyordum.
Ameliyat odasına sedyede girip de beni orada görünce hastam sevinçli bir şaşkınlık yaşadı. "Sizi burada göreceğimi beklemiyordum," dedi. Daha öncekilerde de o uyutulmadan yanına geliyorum, hatta ben gelmeden uyutulmasına izin vermiyordu. Ancak genelde ben çağrıldıktan sonra gidiyordum ameliyathaneye. Hatta bir ritüelimiz var; ben otomatik kapı yana doğru açıldığında içeri giriyorum, doğru ameliyat masasının yanına gidiyorum. O bana elini uzatıyor. Ekibin şaşkın bakışları arasında ben onun elini okşuyorum. Günün havasına uygun bir şeyler konuşurken onun bilinci yavaşça kapanıyor ve genelde son söylediğimiz "uyanınca görüşmek üzere," oluyor. Bugün benim onları odada karşılamam, bu sefer bitireceğiz bu işi demem ve bir de onun söylediklerinin içeriği yaşananları alışılmışın dışına taşıdı. O, içeri girince beni görmekten nasıl etkilendiyse ben de konuşmamızdan o kadar etkilendim.
Bilinçaltına yeni geçtiğinde oradan çıkan söz hepimizi üzen bir şaşkınlık yarattı. Hiç beklemiyorduk. Hepimiz dediğim anestezi bölümünden bir kıdemli (Deniz), bir orta kıdemli (Hale) iki asistan, ben, benim bir kıdemsiz (Nilüfer) ve bir de bizim bölüme yeni başlamış (Seçim) asistanım, elimiz kolumuz ameliyathane personelimiz Yusuf... Hastam şunları söyledi: "Geçen hafta öbür hastanede bir hastayı kaybetmişlerrrrr..." Aynı tanıya sahip başka hastalarla iletişim halinde olması iyiydi, ancak böyle acı haberleri alması kaygı duymasına yol açıyordu demek. Daha önce de olmuştu. Genç bir kadın hastanın öldüğünü duyduktan sonra başka tedavi arayışlarına girmiştik. Bu sefer duyduğu kötü haber bilinçaltında korkuyu büyütmesine yol açmış olmalıydı. Bu noktada onun için üzülüp susmayı ya da duyduğumuzu yok saymayı seçebilirdik. Küçük bir ihtimal üstüne gitmeyi de... Deniz, elindeki enjektörden hastanın damar yoluna bembeyaz bir anestezik ilacı verirken harika bir manevra yaptı.
"Güzel şeyler düşünün. Örneğin şu an nerede olmayı isterdiniz en çok?"
"Bahçede"
"Nasıl bir bahçe bu?"
"Gül bahçesi"
"Ne renk güller var orada?"
"Kıııı rrr mıı zııı..." Hastamın sesi giderek söndü ve kendisini ilacın damarlarında yayılmasıyla bastıran uykunun kollarına bıraktı.
Ameliyathane odasındaki kadınların yüzünde bir gülümseme oldu. Aklımdan geçirdiğim düşünceyi, Nilüfer sesli söyledi: "Hocam, hastanın eşine söylesek de ameliyat çıkışı kırmızı güllerle karşılasa onu. Sizce tuhaf kaçar mı?" Dedim ki "Aynısını düşünüyordum, ben arayacaktım. Hadi, sen ayarla o zaman." Gülümsedi ve yanıtladı: "Hemen..." Ameliyathane odasındaki kadınların ve Yusuf'un yüzünden aydınlık bir gülümseme daha geçti.
Sonra yıkama işlemi başladı. Sistemi baştan güzel oturtunca -ki bu sefer gerçekten sorunsuz ve kısa sürede olmuştu bu- gerisi akciğere steril sıvı doldurup arkasından boşaltma işlemlerinin ardı ardına yinelenmesinden ibaret. Sıvı ile mekanik bir yıkama yani. Dolması 10 dakika-boşalması 5 dakika sürse o sıralarda boş duruluyor, ama dikkatler hastanın yaşamsal bulgularını gösteren monitörde ve sıvıyı doldurmaya-boşaltmaya yarayan düzenekte. Şiir gibi akıyordu hepsi. Oksijende en ufak bir düşme bile olmadan. Yıkama suyunun rengi koyu bulanıktan berrağa doğru açılarak...
Odadaki bilgisayardan müzik açtım. Hastamın duyacağını düşünerek ve uykudan güzel duygularla geçmesini isteyerek yaptım bunu. Andre Rieu ve orkestrasının seslendirdiği bir valsi çaldım. (https://www.youtube.com/watch?v=1LGVGekPSzo) O sırada videonun baş tarafındaki açıklamayı odadakiler için Türkçe'ye çeviriyordum. Andre Rieu anlatıyordu. Bu valsin, ünlü bir film yıldızına ait olduğunu, bir gün telefonla kendisini arayarak 50 yıl önce, daha konservatuvarda öğrenciyken yazdığı notaları onca süre kimseye göstermediğini, yeterince iyi olmamasından çekindiğini, ancak artık Andre Rieu orkestrasının çalmasını istediğini, bunun olup olamayacağını sormak için aradığını söylediğinden söz ediyordu. Sonra bu ismi açıkladı: Anthony Hopkins. O konser gecesinde, diğer seyircilerle beraber ilk kez dinleyecekti. Defalarca izlediğim videoda Anthony Hopkins'in çocuksu ve biraz utangaç heyecanını görmenin beni her seferin nasıl etkilediğini, 50 yıl boyunca herkesten sakladığı böyle bir eseri hem gizlerken hem artık gün yüzüne çıkarmaya karar verirken neler hissettiğini düşündüğümü söyledim. Sonra söz konusu vals çalmaya başladı. Ekibimiz bir yandan işini yaparken bir yandan da valsi dinledi. Bu vals belki olağanüstü iyi değildir, ben müzikten o değerlendirmeyi yapacak kadar anlamıyorum. Yine de işin içine öyküsü girince, insan girince, duygulara dokununca bambaşka bir anlama taşınıyor her deneyim. Bunu dinleyenlerin yüzünde de görebildim. Fonda güzel, yumuşak müzikler devam etti ve en sonda, yıkama işlemi bitip hastamız uyandırılacağı sırada Beethoven'in Ayışığı Sonadını çaldım. Üzerinde düşünmeden, yalnızca içimden öyle geldiği için (https://www.youtube.com/watch?v=5-MT5zeY6CU).
Hastam sorunsuz uyandı, kısa süre içinde servisteki yatağına getirildi. Ben de eşini arayıp haber verdim. Gidip orada görebileceğini söyledim. Ben odadayken yanımıza geldi. Karısını beklediğinden iyi bulduğu için olsa gerek yüzü aydınlandı. Ellerinde çiçekler yoktu. Telaşlanmadım. Bütün bu hastalık sürecinde karısının yanında aşkla olan o güzel yürekli adam mutlaka bir ayarlama yapmıştır diye düşündüm. Bekleyip görecektim.
Akşamüstü hastaneden çıkmadan hastamın yanına bir kez daha uğradım. İyice ayaklanmıştı. Giyinmiş, eve gidişine onay vermem için beni bekliyordu. Böyle bir gün elbette bu mutlu sonla bitecekti. Ayrılırken biraz sarsak, yarım yamalak sarıldık. Tam dönüp gitmek üzereydim ki "Biliyor musunuz geçen hafta bir hastayı kaybettiler. Size yıkamadan önce söylemek istemedim" dedi. "Biliyorum, sen söyledin bana," diye yanıtladım. Şaşırdı. Bilinç dışı konuştuğu için anımsamayacağını bekliyordum zaten. Sonra bir saniye durdu ve "Biliyor musunuz o güller nerede?" dedi. Bu kez şaşırma sırası bendeydi. O devam etti: "Annemin gülleri. Kırmızı köy gülleri. Bahçesinde bir köşede hep açardı. Kokuları halen burnumda. Annem yok artık ve onlar da kurudular. Oraya yine aynı gülden dikmek istiyorum. Bir türlü olmadı" dedi. "Dikelim," dedim, "hatta saksıda benim balkonum için de..."
Akşam telefonuma bir fotoğraf geldi. Bana ve eşine teşekkür ediyordu. Fotoğrafını, yazımda kullanmam için gönderdiğini de belirterek hemen Nilüfer'e gönderdim. Çok sevindi. Şimdi Nilüfer de, hastam da bu yazıyı bekliyor. Size de ulaşmış oldu bu vesile ile.
Belki kırmızı güllerin kokusu, valsin ritmi, ayışığının içe yayılan huzuru da...
©Göksel Altınışık Ergur
yayınlanma tarihi: 22.6.2018
Yorumlar
Merhaba.
Günaydın.
Yazmasan olur mu hiç! Yazılarınla hissettikleri güzel kokuları özleyen okuyucu hayranların bekletilir mi? Yaz, sık yaz; ne kadar sık yazarsan o kadar iyi…
“Sıcağı sıcağına... / Kalemden yeni çıktı; zaten bugün yaşandı…” sunum başlığıyla anlattığın olayda, ameliyat odasına sedyede girip de seni orada görünce sevinçli bir şaşkınlıkla "Sizi burada göreceğimi beklemiyordum," diyen hastanın, annesinin bahçesinde bir köşede hep açan fakat şimdi kuruyan kırmızı köy güllerinden yeniden dikip yeşerterek koklamaya seni davet ettiğinde “Geleceğinizi biliyordum” demesi, örnek hekim-hasta ilişkisi olarak nesilden nesile anlatılır. Dostluğu ve sevgiyi anlatan ünlü savaş anısı gibi. Bildiğini düşündüğüm, benim dostluğu ve sevgiyi öğrendiğim anı öykü şöyle:
Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker teğmene koştu ve:
- “Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?” dedi.
- “Delirdin mi?” der gibi baktı teğmen. “Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma sakın.”
Asker ısrar etti ve teğmen:
- "Peki" dedi. "Git o zaman."
İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti. Sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü:
- “Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bu zaten ölmüş.”
- “Değdi teğmenim.” dedi asker.
- “Nasıl değdi?” dedi teğmen. “Bu adam ölmüş, görmüyor musun?”
- “Gene de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyaya bedeldi benim için.” Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı:
- “Geleceğini biliyordum!” demişti arkadaşı. " Geleceğini biliyordum!"
Artık senin okuyucuların, yazılarından ve senden dostluğu ve sevgiyi öğreniyorlar…
Yüreğine ve gönlüne sağlık…
Ne mutlu seni doğuran anaya…
Kırmızı güllerin kokusu ve vals ritmi ile içimize yaydığın huzur için teşekkürler…
Kendine iyi bak…
Sevgi, sağlık ve mutlulukla…
:) :) :)
Çok teşekkürler 🙏🏻🙏🏻🙏🏻😊