Ölümde tanıştık
ÖLÜMDE TANIŞTIK
Bugün
hiç tanımadığım bir kadının cenaze törenine katıldım. O anda ve sonrasında
duygudan duyguya savruldum…
İşim
gereği ölüm haberleri vermek ve duymak günlük olağan anlardan. İş ile ilgili
olduğundan belki, öylesi bir haber olmaktan öteye geçmiyor. O an için
üzülüyorum, ama kısa sürede bu duygudan çıkabiliyorum. Baş etme yolum bu
olmalı. Yoksa çalışamaz duruma gelirdim.
Tanıdıklarımın
cenaze törenlerine katılmamayı yeğliyorum. Bütün bastırılmış üzüntüler birleşip
bilinçaltından bedene doğru kendilerine bir yol buluyorlar. Sonra ağla ağla…
Neredeyse kendimden geçiyorum. Öyle ki cenazenin sahibi beni yatıştırmak
zorunda kalıyor. İnsanoğlu bir muamma ve ben de istisna değilim.
Bugün
katıldığım cenaze töreni ise şimdiye dek gittiklerimden çok farklıydı. Sade,
içten, aşkla sarılmış… Bu söylediklerimde bir terslik yok. Evet, düğünden değil
cenazeden söz ettiğimi biliyorum. Yoksa düğün müydü?
Bir arkadaşımızın halasının cenazesiydi. Kaybettiklerini, iki gün önce
rastlantı sonucu duymuştuk. Bir konuyu danışmak için aradığımızda telaşlı
halinden kaygılanarak ne olduğunu sorunca cenaze hazırlıklarıyla uğraştıklarını
öğrenmiştik. Cenazenin defnedileceği yer, Datça’nın bir dağ köyüymüş. Nakil
şekli, oradaki işlerin uzaktan halledilmesi, gerekli izinler vs. ile
uğraşıyorlarmış. Soracağımız sorudan vazgeçtik. Sorun dediğimiz şey, bu
duyduğumuzun yanında o kadar dünyevi ve önemsizdi ki söz etmeye değmezdi.
Yıllık
izin için Bodrum’da olmamız cenaze törenine katılmamızı olası hale getiriyordu.
Ayarlayacaktık. Ben sesimi çıkarmadım; özel durumumu gizledim. Bir yolunu
bulur, dişimi sıkardım; soğukkanlı olmaya belki bu sefer başlardım. İçimden bir
ses, orada olmam gerektiğini söylüyordu. Son yıllarda fark ettiğim bir durum
var; insan sezgilerine güvenip onları ne kadar çok dinlerse o sezgiler o kadar
güçleniyor. İçimdeki sese yürek kabarttım.
Uzun
bir yoldu. İyi de oldu. Soğukkanlılık alıştırmaları yapmak için zaman buldum.
Datça Sındı köyünün dağ yollarında tırmandık. Dağlar arasında korunaklı bir
köydü. Hakkında öğrendiğim bilgilere göre, gerçekten de Datça köyleri
arasında özel bir yeri varmış. Bademcilik, zeytincilik ve arıcılık geçim
kaynaklarının başında geliyormuş. Tarım Kooperatifinin karşısına park edince
içeri giriverdik. Türlü lezzetleri tadıp bazılarından satın aldık. Köye böyle girince
neden orada olduğumuzu unutmuş gibiydik. Köy kahvesinde çay ve enfes ayran
içtik. Köylülerle söyleştik. Az sayıdaydık, ama bize eklenen köylülerle
çoğaldık.
Birçoğumuz
Fatma Hala’nın neden bu köyde defnedilmeyi istediği sorusunu aklından geçirdiği
orada belli oldu. İlk kim sordu anımsamıyorum ama yanıtı dinleme şeklimizden
ortak bir soru olduğu hemen anlaşıldı. Bir yandan da nasıl bir masal ile karşı
karşıya olduğumuz… Sonra da nasıl bir insanla vedalaşmak üzere olduğumuz… Hiç tanımamışken
bu veda, daha bir oturdu içime. Türlü “keşke”yi attım heybeme. En azından
vedada yanında olup bu masala tanıklık etmekten başka “iyi ki” bulamayarak…
Eşi
Münir Bey Sındı köyündenmiş. İstanbul’da okumuş ve Bodrum’da uzun yıllar yaşamış.
Geç bulmuşlar birbirlerini. Fatma Mansur, Bodrum’da sosyolojik bir araştırma
yaparken Bodrum Kalesi’nde tanışmışlar ve doludizgin bir aşk yaşamışlar. Bu
araştırmanın ürünü, 1972 yılında İngiltere’de “Bodrum-Ege’de bir kasaba” adıyla
basılmış. Bu eser daha sonra İMEAK Deniz Ticaret Odası Bodrum Şubesi’nin ilk
yayını olarak Türkçeye çevirtilmiş. Münir Bey, resim yaparmış. Sonradan Zeki Müren’e
sattıkları evde otururlarmış. Zefir adındaki tekneleri ile Fransız turistlere
ilk mavi turları düzenleyenler arasında yer almışlar. Altmışlı, yetmişli yıllar…
Bodrum’un altın yılları denen zamanları… Sonra 1980 yılında akciğer kanseri Münir
Bey’i erken bir yaşta yakalamış ve kara kedisi olmuş bu aşkın. Münir Bey’in
cenazesi köyünde defnedilmiş. Çevre köylerden gelenlerle çok kalabalık bir
cenaze töreni yapılmış. Otuz sekiz yıldır da aile mezarlığında yanındaki yer
boş dururmuş. Çocukları yokmuş, ama Fatma Mansur Coşar’ın yeğenleri halalarının
bu isteğini yerine getirmeyi son görev bilmişler.
İstanbul’dan
hareket edip Sındı köyüne halaları ile beraber gelen dört kişilik aileye Datça’da,
onların sayısı bir elin parmakları kadar olan arkadaşları, Fatma Hala’nın
Bodrum’dan genç iki arkadaşı ile onların babaları katıldı. Bir de Sındı köyünde, köyün güler yüzlü, sıcak kalpli insanları… Sade ve içten derken bunu
kastediyordum.
Yeğeni
olan arkadaşım Serra, halasının son yıllarından kendisi için çıkardığı yaşam dersini
benimle paylaştı. Halası vefat ettiğinde 96 yaşındaymış. Bundan birkaç yıl
önce, halen dışarı çıkıp dolaşabilecek fiziksel gücü varken inatlaşıp evden
dışarı adımını atmıyormuş. Sonrasında bu inatçı halleri geçmiş, ama artık
dolaşabilecek gücü de kalmamış. O zaman, dedik, henüz yapabiliyorken yapmak
önemli!
Sıkça dile
getirdiğim bir hayalim var: 94 yaşını, berrak bir zihinle ve dilediklerimi
yapabilecek durumdayken geçmek istiyorum. Bunun için istekli olmanın önemli
olduğunu biliyorum. Sağlıklı yaşlanabilmek için, zihin etkinliklerini sürdürmek
çok önemli bir koşul. Beden sağlığı için beslenmeye dikkat etmeli, zararlı
alışkanlıklardan uzak durmalı, sağlık kontrollerini yaptırıp gerekli önlemleri
almalı. İnsanlarla sıcak ilişkiler kurmak, dostlar edinip onlarla yaşamı
paylaşmak, sevdiklerinin değerini bilip sonradan yaşanmadığı için üzülecek hiçbir
duygu bırakmamak da ruhsal sağlık için vazgeçilmezlerden… Genç dostların ileri
yaşta çok büyük önemi var. Bu önemde, iki taraflılık söz konusudur. Hem yaşlı
olanın yaşam enerjisini tazelemesi hem de genç olanın yaşam deneyimi ile
beslenebilmesi...
Cenaze
törenindeki iki genç kız ile konuştuğumda onların çok yakın bir dostlarını
kaybettikleri için nasıl da yıkıldıklarına tanık oldum. “Her şeyi konuşurduk,
bizi dinlerdi. Ne anlatırsak anlatalım, dinlerdi. Birbirinden güzel anılarını
da anlatırdı bize. Derinliği çok fazla olan bir insandı. Sohbeti çok hoştu.”
dediler. Sonra biri ekledi: “Fatma, şu an olmayı en çok istediği yerde;
Münir’den söz ederken gözlerinin içi nasıl da parlardı. Büyük aşktı onlarınki.”
Genç kızların dolu dolu yaşadığı dostluğa imrendim; bir de Fatma Hala’nın yaşadığı
aşka… Aşkla sarılı derken bunu kastediyordum.
Fatma
Hala diye anılan kişi, yani Fatma Mansur Coşar hakkında biraz araştırma yaptım.
Şimdi Tel-Aviv şehrinin bir bölümü olarak bilinen, dünyanın en eski yerleşim
alanlarından biri olan Yafa’da, 1922 yılında doğmuş. Ünlü bir kadın Siyaset
bilimciymiş. London School of Economics’te okumuş ve Harvard Üniversitesi'nde
doktora yapan ilk kadınlardan biri olmuş. Newyork’ta Birleşmiş Milletler ve
Paris’te Unesco’da çalışmış. Yaşamı boyunca kitaplar yazmış, birçoğu
yurtdışında da yayınlanmış. ODTÜ’de Siyaset Bilimi kürsüsünü kurmuş, öğretim üyeliği yapmış, ODTÜ Hizmet
Madalyası sahibiymiş. Bodrum’da yaşamış, Bodrum'u çok sevmiş. Bodrum-Ege’de
Bir Kasaba adlı kitabından sonra, son 30 yıldaki değişimini anlattığı, Dün-Bugün-Bodrum
adlı bir kitap daha yazmış: “Nostalji ile değil, bir
miktar hiciv, biraz acıma, biraz öfkeyle…”
Serra anlatmıştı. Fatma
Hala, yaşlılık döneminde ailesinin yanında olabilmek için İstanbul’da yaşarken bir
ara tutturmuş Bodrum’a taşınacağım diye. Tam merkezinde bir ev buldurmuş ve
taşınmış da. Nereden bilsin Bodrum’un artık o bildiği,
sevdiği, özlediği Bodrum olmadığını? Geceler boyu süren, onun için müzik
olamayacak kadar kötü şarkılar, sarkıcılar yüzünden bir rahat yüzü göremeyince nasıl
kaçtığını bilememiş.
Hakkında
her duyduğum hem ilgimi hem hayranlığımı artırdı; tabii ki onu tanıyamamış
olmanın pişmanlığını…
Münir
Coşar’ın mezarının yanına Fatma Hala için de yer hazırlandı, yatırıldı ve üzeri
toprakla örtüldükten sonra iki mezar birden çiçeklerle süslendi. Orada hazır
bulunanları çok etkileyen, sade ve içten törenin benim için en etkileyici
sahnesi buydu. Onların düğünüydü derken de bunu kastetmiştim…
Işıklar
içinde ilk danslarını yaptılar… Huzurda birlikte uyusunlar.
Leonard Cohen, “I’m ready, my Lord!”*
demiş, son şarkısında. O hazır oluşun ne denli değerli olduğunu çok iyi
biliyorum.
İçimi yokladım. Hayır, hiç hazır değilim. Çok
uzun süre de olmayacağım. Ama şimdi, o zamana dek neler yapmam gerektiğini çok daha
iyi biliyorum.
Sade, ama kendimi en iyi şekilde donatarak; biriktirdiklerimi yazarak, anlatarak ama her zaman içtenlikle paylaşarak ve doludizgin bir aşkla
sarılı yaşarak…
Yorumlar
Gerçekte acı bir olayı güçlü kaleminizle birbirine aşık iki insanın kavuşması ile sonuçlanan bir düğün gibi anlatmışsınız ve hiç tanımadığımız duymadığımız bu insanları bizlerle buluşturdunuz. Bir çok cenazeyi ama mezarlıkta ama cenaze arablalarında olsun görmüşüzdür ve belki bir rahmet okuyup geçmişizdir. Bu yazınızdan sonra artık tanımadığım cenazeler için de bakış açım değişecek ve arkasında kimbilir nasıl hikayeler ne anılar bırakmıştır diye düşüneceğim sanırım.
Her ikisi de ışıklarda uyusunlar.
Kerrar KARAGÖZOĞLU
Bu nasıl bir yürek sevgili Göksel hanım.. Bir defin töreninden iç içe girmiş öyküler çıkarmak.. Büyük bir AŞK var. BAŞARI var. Zeki Müren'e satılan ev ile hafif bir MAGAZİN var. Dahası bunları kağıda dökebilmek için ARALTIRMACI GÖNÜL GÖZÜ var. "Hayır , henüz hazır değilim..Yapacaklarım var" derken YAŞAMA SEVİNCİ ,buna bağlı olarak gizli bir HAYAT DERSİ var..Veee, hepsinden önemlisi anlatılanı ve ANLATANI ile İNSAN var..Daha ne olsun..
Not: Böyle bir DOSTU olmalı insanın.. İnsan peşinden, insan öyküleri peşinden koşan. O da BENDE VAR. GURURLUYUM.
Merhaba.
İyi akşamlar olsun.
Doğarsın, yaşarsın ve ölüm seni yakalar. Ölüm hayattaki tek gerçeklerdendir. “Ölüm eski bir şeydir; ama her insana yeni görünür.” derler. Şair ve yazar Şükrü Erbaş, “Ölenler ölümü bilmez, ölüm kalanlar içindir.” diyor, Mevlana da “Herkes bedeninin ölümünü düşünüyor. Kalbinin ölümünü düşünen yok. Asıl önemli olan kalbin ölmesidir.” demiş. Bu bağlamda sende içindeki en güzel çiçeklerin kokusunu çevrene veren o kalbin oldukça ölümde tanışırsın, ama ölümle tanışmazsın inşallah, merak etme. Hiç tanımadığın bir kadının cenaze törenine katılman, bana Nazım’ın “Karımın İstanbul'dan Yazdığı Mektup” şiirini anımsattı. Usta şair, Münevver’in ağzından şöyle diyor: “… Bir kara haber de verdi bu akşam radyo; / Iren Jolio Kuri ölmüş. / Yıllar var / Bir kitap okudumdu / Ölenin anası üstüne yazılmış. Bir yerinde iki kız çocuğundan bahseder. / -Satırlar gözümün önüne geldi- / Sarışın iki Yunan heykeli gibi der. / İşte bu çocuklardan biri öldü. / Bilmem ki nasıl anlatsam, / Büyük bilgin, büyük adam, / Ama şimdi lösemiden ölen / O sarışın kız çocuğu da. / Bu ölüm bana çok dokundu. / Iren Jolio Kuri için / Ağladım bu akşam. / Ne tuhaf, / Iren deselerdi, Iren / Öldüğün zaman / Deselerdi, / İstanbullu bir kadın / Hem de hiç tanımadığın, / Ağlayacak arkandan, deselerdi / Şaşardı. / Kocası geldi aklıma, / Bir mektup yazsam, / Baş sağlığı dilesem / Diye düşündüm. / Adresini bilmiyorum ama / Paris, Frederik Jolio Kuri desem / Gider miydi? / Bir de Fransız yazarı öldü. / Gazetede okudum. / Adını bile duymamışsındır. / Çok ihtiyardı zaten, / Üstelik te egoist, / Sinik, / Cenabet herifin biri. / Her şeyle alay etmiş ömrü boyunca. / Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmemiş, / Bir kopeklerle kedileri, / Ama yalnız kendininkileri. / Mülakat vermiş ölmeden birkaç gün önce. / Ölümü alaya alıyor aklınca. / Ama belli dehşetli de korkuyor. / Resmi de var. / Büyükannemizi erkek yap, / Tepesine bir takke koy, / İşte herif. / Korkunç bir yalnızlık içinde / Sıska bir ihtiyar. / Ona da acıdım / Belki büyükannemize benzediğinden, / Belki de yalnızlığına. / Acıdım. / Aynı acıma değil elbet. / Acıyorsun Iren Kuri'ye, / Çocuklarını düşünüyorsun, kocasını, / Ama daha çok dünyaya acıyorsun, / Büyük bir insan öldü diye…”
Yazını okudukça, katıldığın cenaze töreninde ve sonrasında savrulduğun duyguları içimde yaşarken seni, Nazım’ın Münevver’inin yerine koydum, sevgili Fatma Mansur Coşar’ı da şairin sarışın iki Yunan heykeline benzettiği iki kız çocuğundan biri olan Iren Kuri'nin yerine koydum.
Sevgili Fatma Mansur Coşar’a Tanrı’dan rahmet diliyorum, sana da sevenlerinle ve sevdiklerinle birlikte sağlıklı ve Sevgili Fatma Mansur Coşar’ınkinden daha uzun bir ömür diliyorum…
Sevgilerimizle…
:) :) :)