Sesin Hissi
Sesin Hissi
Kanepe misafirliği serüvenimin daha başlarındaydım,
ama ileride bu konuyu bir kitap haline getirmeye çoktan karar vermiştim. Bu
sistemi birçok yönü ile deneyimleme gereksinimim bu nedenle doğmuştu. Konuk
olmak, konuk kabul etmek, couchsurfing aracılığıyla insanlarla buluşmak
bunlardan bazılarıydı.
Bolca konuk ağırlamıştım; güzel bir
çeşitliliği vardı. Yazması da okuması da güzel olacak deneyimlerdi. Bir gün
yurtdışına çıkacak olursam bu sistemi kullanarak gezeceğime kesin gözüyle
bakıyordum. Hamili kart yakinimdir, yöntemiyle kendisi sisteme dâhil olmayan genç
bir kız öğrenciyi Denizli’deki fizyoterapi kongresi için evimde konuk etmiştim.
Geriye hangi seçenek kalmıştı? Konuk olmadan, yalnızca şehri gezmek için
buluşmak. Bu da sistemde çok sık yapılan bir uygulamaydı. “Öğrenciyim/ailemle
kalıyorum, evde konuk edecek ortamım yok. Ama dilerseniz bir kahve içmek için
buluşuruz ve söyleşiriz,” diye yazıldığını ya da bu şekilde referanslar
olduğunu görüyordum. Numunelik bir de
bundan yaşasam fena olmayacaktı.
İlk seyahatim Adana’yaydı. Konuşmacı
olarak davet edildiğim bir toplantı vardı. Konuşmacı olmak, yolculuğumun her
aşamasının, sonrasında şehirdeki konaklamamın en ince ayrıntısına dek
ayarlanması demekti. Önceki deneyimlerimden bunu çok iyi biliyordum. Yolculuk
zamanı yaklaştığında bütün bilgiler bana iletildi: Nasıl gideceğim, kim
tarafından karşılanacağım, hangi otelde konaklayacağım. O kısmından kaygı duymama gerek yoktu. Aklıma
koyduğum denemeyi yapmak için bir engelim olmadığını fark ettim. Konuşmamı
yaptıktan sonraki gece otelde kalacak, ertesi sabah erken bir uçakla dönecektim.
Adana’ya doğru yola çıkmadan www.couchsurfing.com adresine girdim. Varılacak yer
olarak Adana’yı seçtim. Arama ayarlarını güncelledim: Kadın, merkezde yaşayan. Başka
ölçüt koymadım. Sıralanan adlardan sayfalarına erişip kendi haklarında
yazdıklarını, haklarında başkalarının yazdıklarını okudum. İçimden bir sesin
“İşte o, hadi istek gönder” demesini bekledim. Listede bir bir aşağıya indim. İsimlerden
birinde durdum. Adana merkezde yaşıyordu, kadındı, Almandı.
Sayfasından mesaj gönderdim.
Kendimden ve orada olma nedenimden söz ettim. Kanepeye gereksinimim olmadığını,
yalnızca sistemin bu işlevini de denemek için toplantı öncesinde bir yerde
buluşup kahve içmeyi, söyleşmeyi istediğimi yazdım. Çok uzun zamandır herhangi bir
nedenle kendimden ve niyetimden söz etmem gerektiğinde, olduğu gibi açıkça ve
lafı dolandırmadan söylemeyi yeğliyorum. Bu aslında karşımdakilerden beklediğim
tavır: Açık ve net olmak. Beklediğim gibi davranıyorum da diyebiliriz. Mesajımın,
büyük patlamadan başlayarak anlatmışım gibi olsa da, kendimi ifade edecek ve
uygun zamanı varsa okuyanın talebimi kabul etmesini sağlayacak nitelikte
olduğunu düşünüyordum.
Yanıt geldi. Görüşmeyi çok
istediğini, Adana’da yaşayan Almanlar olarak o akşam “Oktoberfest”
düzenlediklerini (aylardan Hazirandı yanlış anımsamıyorsam), bu nedenle ancak
onlara festival alanında katılırsam görüşme olanağı bulabileceğimizi, bunu
gerçekten çok istediğini belirten bir mesajdı. Ben de “Akşam bir toplantım var,
ardından yemek de olacak. Ayarlayıp gelebilmeyi çok isterim,” diyerek yanıtladım.
Bana telefon numarasını yolladı. “Gelebilirseniz arayın girişte. Nerede
olduğumuzu tarif ederim.” diye yazdı. Ben de bu olasılığı aklımın bir köşesine yazdım.
Gerisini zamana, olayların gelişimine bıraktım.
Toplantı öncesinde bir hoş geldin
kokteyli hazırlanmıştı. Çok fazla insan tanımıyordum. Konuşmacı olmam nedeniyle
ilgi ve yakınlık görüyordum, yanıma gelen insanlarla tanışıyor, kısa süreli
sohbetlerle birbirimizi tanımaya çalışıyorduk. İçlerinden bir meslektaşım
kendisini tanıttı: Nazan Şen. Adını duyar duymaz yüzüm aydınlandı. Çok yakın
zamanda telefon görüşmesi ile tanışmış, ama hiç karşılaşmamıştık. Bir hastasına
akciğer yıkaması yapmayı planlarken bu konuda bilgi alabileceği kişi olarak
telefon numaramla beraber benim adım verilmiş. O da beni aramıştı. Tıpkı,
dört-beş yıl önce benim bir başka meslektaşımdan (sevgili Kıvılcım Oğuzülgen’den)
istediğim gibi o da benden süreci ayrıntısıyla anlatmamı istemişti. Seve seve
yaptım. Yaşama bakışımda bu durum, “döngünün tamamlanması” anlamına geliyor.
Ben gereksinim duymuştum, bana el uzatan biri olmuştu, yapmaya başlamıştım,
kendimi yetkin hale getirmiştim, bir başkası benim desteğime gereksinim
duymuştu, ona el uzatan da ben olmuştum. Buraya kadarı benim sorumluluğumdayken
sonrası o desteği alana kalıyordu. Yeni bir döngü oluşturup oluşturmayacağı…
Zincirin halkalarının birbirine eklenip eklenmeyeceği… Yapılacakları anlatmış, hatta
işlem saatinde arayıp canlı bağlantıda hazırlıkları son bir kez gözden
geçirmesine eşlik etmiştim. Akciğer yıkamasını başarı ile tamamladıktan sonra
beni bir daha arayınca kendimi mutlu hissetmiştim.
Nazan’ın sesindeki tını ve sıcaklık,
işine karşı hissettiği saygı ve tutku daha telefon konuşmasında beni ona
yaklaştırmıştı. Bu duygu karşılıklı olmalı ki konuşmacı olduğumu öğrenince
toplantıya gelmek için koşullarını zorlamış ve ayarlayabilmiş. Nasıl sevindim…
Kırk yıllık dostumu görmüş gibiydim. Ondan da aynı duyguyu almak beni mutlu
etti. Hemen bir köşeye çekilip söyleşmeye koyulduk. Zaman kısaydı. Birazdan
salona geçecektik ve ben kürsüye çıkacaktım. Telaşlandım. Hemen bir plan
yapmalıydık; zamanı uzatmalı, tanışıklıktan dostluğa geçebilmek için bize fırsat
vermeliydik. Aklım bu işlere çalışır. Olaylar arasındaki görünmez ilişkileri,
olası bağlantıları fark edip ayarlama yapabilirim. Yine öyle oldu. “Nazan,”
dedim, “toplantıdan sonra işiniz var mı?” Şaşırdı. “Aslında yemeğe kalmayı
düşünmüyordum; yalnızca sizinle tanışmak ve konuşmanızı dinlemek için
gelmiştim. Bir planım yok. Eve gideceğim. Benden istediğiniz bir şey varsa
elimden geleni yaparım.” Planımın ayrıntısını anlatacak zaman kalmamıştı.
Yalnızca “Yemekte yanıma oturursunuz. Başlangıcında biraz kalırız, sonra bir
yere gitmemizi önereceğim.” dedim. Elbette şaşırmış ve sanırım meraklanmıştı.
Daha güzel… Gizemi severim.
Tıpkı dediğim gibi oldu. Yemek
salonuna birlikte geçtik, yanımdaki sandalyeye oturdu, soğuk mezeler aşamasında
meslektaşlarımızla söyleştik. Yöresel mezeler çok lezzetliydi. Devamını
kaçıracaktım. Kebaplarla zaten pek aram yoktu, ama fındık lahmacundan yemek
fena olmazdı. Bunu düşündüğüm anda kokusu burnuma geldi. Etrafıma bakındım;
henüz servis edilmeye başlanmamıştı. İçtiğim soda limondan son yudumu alıp
bardağımı masaya koyduğumda bana ev sahipliği yapan kişi “Başka bir şeyler de
içmek istemez misiniz?” dedi. “Almasam daha iyi; şimdilik soda yeterli,”
yanıtımın ardından ekledim: “İzninizle… Biz Nazan Hocayla birlikte yemeğin
sonuna kalamayacağız.” Geliş nedenimin konuşma yapmak ve bir gecelik bir
konukluk olduğunu biliyorlarken bu söylediğime bir anlam veremediler. Hele de
“Tenis Kulübünde Oktoberfest’e davetliyiz,” dediğimde hem bu beklemedikleri
plan değişikliğine hem de Adana'da böyle bir etkinlik olacağını nasıl olup da duymadıklarına
şaşırdılar. Vedalaşıp ayrıldık. Nazan ve ben “Bakalım bizi neler bekliyor?”
heyecanıyla, olağan akışın dışına her çıkışın verdiği serüven ruhuyla Adana
akşamına karıştık.
Etkinliğin olduğu yeri bulduk. Ön
taraftan bakınca hiçbir işareti olmayan bu festival, arka taraftaki çimlik
alana çıkınca bütün kalabalığı ve şenliği ile bizi karşıladı. Giriş ücretini
ödeyip kalabalığa karışmadan hemen önce, couchsurfing sitesi üzerinden
yazıştığım kişiyi telefonla aradım. Giriş kapısındayız, dedim. Hemen geliyorum
demesi ile bizi karşılaması bir oldu. İsimlerimizi söyleyerek merhabalaştık. Kurgulamayıp
hazırlanma sırasında son derece olağan gelen olay, o anda yaşarken tuhaf geldi.
Alman arkadaşımızla İngilizce konuşuyorduk, ama hepimiz Adana’daydık. Biri o
anda tanıştığım, diğeri iki telefon görüşmesinden aylar sonra ilk kez birkaç
saat önce gördüğüm iki kadınla festival kalabalığının kıyısında duruyordum.
Kızartma ağırlıklı yiyecekler, kokularını baskın kılmaya başlamıştı. İçecek
satılan birçok masa etrafa serpiştirilmişti. Adı üstünde: Oktoberfest.
Kalabalığın uğultu şeklindeki varlığı rahatsız edici değildi. Daha çok bir fon
vızıltısı gibiydi. Henüz müzik ayırt edilmiyordu. Alman arkadaşımız “Önce
bizimkilerin yanına bir gidelim sonra sohbet için sessiz bir köşeye çekiliriz.
Kızım çok heyecanlı. Hazırlıklar bitmek üzere. Yanında olmak istiyorum, destek
için,” deyince ne yapacağımızı düşünmek zorunda kalmadan onu izledik. Geniş bir pistin etrafına geldik. İlk
dikkatimi çeken dev kolonlar şeklindeki hoparlörlerdi. Konserlerde
yerleştirilen profesyonel ses sistemleri gibiydi. Afişlerde bir konser duyurusu
görmemiştim. Sürpriz sanatçı mı gelecekti acaba?
O pist ve dev hoparlörler bizim Alman
arkadaşımızın kızının etkinliği ile ilgiliymiş. Bir okulda müzik ve dans
öğretmeni olarak çalışıyormuş. Haftalardır hazırlandıkları bir gösteri için
ortamı düzenleniyormuş. Aslında birebir bir gösteri değil de okul
öğrencilerinin katılacağı bir eğlence olarak planlanmış. Bunları öğrendiğimde
ilkokuldaki rontlarımızı anımsadım. Özellikle de bir örnek giyindiğimiz,
saçlarımın iki yandan tepeden at kuyruk yapıldığı, ürkek sarsak hareketlerle
kızlı erkekli dans ettiğimiz 23 Nisan gösterisini. Dans için eşleştirilirken
nasıl ilk rekabetinizi tırmandırdığımızı hafif utanarak, ama yine de on
yaşındaki bana hoşgörü ile gülümseyerek anımsadım. Kızların hepsi sınıfın en
yakışıklısı Mete ile eş olmak için hevesliydi. Kimimiz Mete’yi, kimimiz
öğretmenimizi ikna etmenin gerekeceğini düşünüyorduk. Ama Mete, aynı avluyu
kullanan iki evde oturdukları sınıf arkadaşımızın eşi olmuştu; anneler arasında
konu karara bağlanmış görünüyordu. Ah, ne olurdu bütün rekabetler on yaşının
ölçeğinde ve masumiyetinde kalsaydı! Bu anılardan sıyrılınca Adana Tenis Kulübü
Oktoberfest’inde, Alman arkadaşımın kızının hazırlıklarını tamamladığını
gördüm. Merakım daha da artmıştı. Az sonra izleyeceğim, hatta içine gireceğim
özel deneyim hakkında en ufak bir bilgim ve sezgim yoktu.
Artık gösteri başlar, derken Alman
arkadaşımın kızı geldi. Biraz daha izleyici toplanmasını bekleyeceklerini
söyledi. Biz de daha sessiz bir yere çekilip söyleşmeye başladık. Kolayca
tahmin edilebileceği üzere haklarında merak ettiğim çok şey vardı. Öğrenmek
için beklemem gerekmedi. Anne, baba, kız ve oğul olarak birkaç yıldır Adana’da
yaşıyorlardı. Bir sağır-dilsiz okulu çalıştırıyorlardı. Kızları o okulda dans
öğretmeniydi. İşaret dili ile anlaşıyorlardı. Kendilerine yardımcı olan bir Türk
delikanlı vardı. Hem İngilizce ve Almanca biliyordu hem de işaret dili.
Üniversite mezunuydu ve o ekibin bir parçası olmaktan mutluydu. Konuşmalardan
çıkardığım kadarıyla okuduğu süre boyunca maddi ve güdülenme desteği aldığı bu
aileye çok bağlıydı. Bunlar neyse de benim aklıma, sağır dilsiz öğrencilerin
müzik ve dans dersleri takıldı. Acaba dans edebiliyorlar mıdır ya da nasıl dans
ediyorlar acaba, soruları hiçbir zaman aklımdan geçmemişti. Çevremde işitme
engelli kimse olmadığı için onların yaşamlarına ilişkin ayrıntılara kafa
yormamış olsam da bu ilgisizliğimle yüzleşmek beni mutsuz etmişti. İnsanın
yaşamı, yalnızca kendi gördüğü, duyduğu ve anladığı ile sınırlı görmesini kabul
edilemez buldum. Kendim için dahi. Ara sıra işaret dilini öğrenmek için heveslenmiştim;
bu düşüncemi gerçekleştirmediğim için hayıflandım. Bunu dans öğretmenine de
söyledim. Üzülmememi, hepsinin dudak okuyabildiklerini söyleyerek beni
rahatlatmaya çalıştı. İletişim kurabileceğimize sevindim. Onlarla konuşmadan
önce öğretmenlerine son bir soru sormak istedim: “Müziği duymadan dans
edilebileceğini düşünmemişim daha önce. Nasıl olabiliyor?” Olasılıkla bu
soruyla çok sık karşılaşıyor olmalıydı ki hemen anlatmaya koyuldu: “Çok basit.
Titreşimi bedenlerinde hissetmelerinin üzerinde çalışıyoruz. Önce hoparlörlere
dokunarak başlıyorlar, sonrasında farklı teknikler kullanıyoruz. Bir süre sonra
bu titreşimlerin frekanslarına daha duyarlı hale geliyorlar. Koreografi
çalışmaları da yapıyoruz. Burada hoparlörlerin böyle kolonlar halinde olmasına
özellikle dikkat ettik. Açık havada yüksek titreşim göndermeliyiz, dağılıp
sönmemesi için. Bir de karşılıklı kolonlarla birbirini beslemeliyiz. Derslikte
sorun olmuyor, ama burası açık hava. Biraz sonra izleyeceksiniz ve sonucu
göreceksiniz. Çok heyecanlılar. İzlenecek olmalarından dolayı biraz gerginler.
Ama bu kendilerini anlatmak, insanların konu üzerine düşünmelerini sağlamak
için gerekli. Engelli olmanın yaşamı hissetmeye engel olamayacağını göstermeye
çalışacaklar. Oysa onların bile buna ikna olması uzun zaman aldı.”
Müzik başladı. Danslar da…
O sırada öğrencilerden bir delikanlı
karşıma geçti ve zarif bir reveransın ardından beni dansa davet etti.
Yanaklarım pembeleşerek onunla piste doğru gittim. Hareketli bir şarkıda, gümbür
gümbür müziği hücrelerimde hissederek dans etmeye başladık. Çok hareketli bir
danstı. Karşılıklı dans eder şekilde olsak da hareketlerimiz alışkın olduğumun
dışında, Alman halk danslarının temel figürlerine uyuvermişti; hoplaya zıplaya
yana doğru dans ederek gitmek, kol kola girip saat yönünde hızla birkaç tur
dönüp sonra kolları ve yönü değiştirerek, ama hızı koruyarak dönmeler
şeklindeydi. Kontrolü dans eşime bırakmıştım. Güzel idare ediyordu gerçekten
de. Ritim duygusu ile birbirimize uyum sağlayıvermiştik. Sesin bedenimde
yarattığı hissi ilk kez deneyimliyordum. Dans başka bir boyuttaydı artık. İlk
şarkı bittiğinde dansı bıraktık; pistin kenarından aldığı yere götürmek için bana
eşlik etti ve yine aynı zarif reverans ile teşekkür edip bir başkasını dansa
kaldırmak üzere yanımdan ayrıldı.
Nazan ile gösteriyi biraz daha
izleyip festival alanında dolaşmak üzere yanlarından ayrıldık. Alman
arkadaşımın kulağına eğilerek geri geleceğimi bağırdım. Gürültüye karşın
anlamıştı, olur dercesine başını salladı.
Geri döndüğümüzde müzik ve dans sona
ermişti. Toplu halde sohbet ediyorlardı. Evet, epey coşkulu bir sohbete
kaptırmışlardı kendilerini. Aralarına karıştık. Dudak okuduklarını bildiğimden
denk geldiklerime çok güzel dans ettiklerini, orada olmaktan mutlu olduğumu
söyledim. İşaret dili bilmediğim için kendimi eksik hissettiğimi de ekledim. Onlar
işaret dili ile yanıtlıyorlardı ve birisi ne söylediklerini açıklıyordu. Bu
sırada dans öğretmenleri konu hakkında bilgiler vermeye devam etti. İşitme
engelli çocuklar yeterince erken eğitilirlerse dil gelişimleri
sağlanabiliyormuş. Aslında her işitme engelli, konuşma engelli olmak zorunda
değilmiş. Konuşmaya kalkıştıklarında kendi seslerini duymadıklarından tam
olarak ayarlayamıyorlarmış ve sesleri bizlerin alıştığımızdan farklı çıktığı
için karşılarındaki insanlardan gördükleri tepkiler onların konuşmaktan vazgeçmelerine yol açıyormuş. “Sesim çok çirkin olmalı ki duyanın yüzü değişiyor”
diye düşünerek sessizliği seçiyorlarmış. Nasıl üzüldüm bunu öğrenince
anlatamam. Hemen ardından bana bir şeyler söylemek için konuşmaya başlayan bir
öğrenciye, dudaklarımı okumasını isteyerek “Çok güzel bir sesin var, sakın
ondan vazgeçme!” dedim. Alıştığım konuşma seslerinden farklıydı, ama kötü
değildi. Yalnızca farklıydı. Kulağım –duyabildiği için şanslı hissettiğim
kulağım- kısacık zamanda ona alışıp daha kolay anlayabilmeye başlamıştı. Hele söylediklerimi
duyan çocuğun gözlerindeki ışıldamayı görmek –görebildiğim için şanslı
hissettiğim gözlerimle görmek- benim de kalbimi ışıttı.
Yeni arkadaşlarımıza veda edip
ayrıldıktan sonra Nazan ile bir kafede kahve içtik ve söyleştik. Elbette konuşmanın
başlangıcı, gecenin bizdeki yansımalarını paylaşmakla geçti. Sonra birbirimizi
daha yakından tanımaya çalıştık. Couchsurfing bana Adana’da özel bir deneyim
yaşatmış, üstüne de çok güzel bir dost kazandırmıştı.
Sesin hissini, dostluğun sıcaklığına
ekleyip otel odasında mışıl mışıl uyudum o gece. Sabah kalktığımda yaşama daha
farklı bakıyordum. Gördüğümü, sesleri, kokuları, tatları, dokunuşları birbiriyle harmanlayıp yaşamı daha bir yoğun hissetmeye başlamıştım. Bundan
böyle doyasıya yaşayacaktım...
Yorumlar
Merhaba.
Günaydın.
Yazını, zaman tünelime eklediğin Kerrar Kaptan’ın harika başlangıç yazısından sonra, yorum için senin zaman tüneline de bakınca fark ettim ve dolayısıyla biraz geç okudum. Haliyle yorum da gecikti…
Öncelikle belirteyim ki “Sesin Hissi” başlığı çekici, güzel bir başlık; Sevgili Ali’nin müzik sosyologluğundan etkilenmişe benziyorsun mu?
Yazındaki seste sıcaklık karakteri de çok sevdiğim “Mihriban”daki titreyen alevin üşümesi gibi harika tespit. İşitme engelli kimselerin sesi bedenlerinde hissetmeleri de harika bir şey olmalı; işitme engelli olmayıp da kendilerine anlatılan bazı gerçekleri bir türlü anlamayanlara da öğretmeli mi acaba? Sevgili Ali’ye sormalı mı?
Yazın baştan sona sürükleyici ve çok güzel, fazla söze gerek yok. Bu nedenle de bu yorum kısa. Yalnız cahilliğim hoş görülsün lütfen, merak ettiğimi sormadan edemeyeceğim; işaret dilinin de Almancası, İngilizcesi, Türkçesi var mı acaba?
Neyse sen yazmaya devam et, biz okumaya…
Selam ve sevgilerimizle…
:) :) :)