Zor İş Günleri İçin Birebir
Nasıl
da zor bir iş günüydü… Gece aklıma takılan konular uyutmayınca sabah yataktan
sürünerek kalktım. Yine o halde yola çıkacaktım ki silkindim ve kendime geldim.
“N’apıyorsun sen,” dedim, “böyle bu koca ve yoğun gün geçer mi?” Geçmezdi
elbette. O zaman ne yapmalı? Algıyı değiştirmeli.
Kaç
gün önceden kapasitemin en üst sınırımda hasta randevusu vermiştim. Saat sekizde
ilk hastamla başlar, öğlen arası da vermezsem ancak yetişeceğini
öngörebiliyordum. Her hastama ayırmam gerektiğine inandığım 15-20 dakikaya
göreydi bu hesap; bazen kontrol hastası daha kısa sürerdi, elinde kalın bir
dosyayla ilk kez gelen hasta daha uzun ve böylece dengelenirdi. Akşamüstü saat beşte
sonuçları değerlendirip reçeteleri yazmamla da sona ererdi. Hem de hemen hemen
hiç mola vermeden... Ertesi gün akciğer yıkaması için ameliyathanede olacağım
için bu yoğunluk zorunluydu. Nereden baksam bu iş gününün kolay geçmeyeceğini,
hele de gecenin uykusuzluğunun gölgesinde işimin daha da zorlaşacağını düşünmek
yanlış olmazdı. Oysa dediğim gibi algımı değiştirsem, sonucu değiştirebilirdim.
İlk
hastadan başladım keyfini çıkarmaya. Sabahın hastalarından, ağır derecede
solunum hastalığı olan bir hastam geçen yıl bu zamanlardan beri yolunu
gözlediğim Naşi armudunu getirmişti. Tekerlekli sandalyeyle karısı tarafından
odama sokulurken kucağında armutlarımı barındıran kutu en kırılgan vazo gibi
taşınıyordu. Aman, dedim, önce şu kıymetlilerimi bir güvenceye alayım da sonra
size bakarım. Daha önceki sohbetimiz nedeniyle bunun anlamını biliyorlardı;
gülümsediler karı koca. Geçen yıl yaptığım reçeli bütün ailenin dört gözle
beklediğini ve kısa süre için dallarda kalan, nadir bulunan bu armut cinsine
benim yüklediğim anlamları biliyorlardı. Sonra ben kontrol muayenesini
tamamlayıp reçete yazmaya koyulduğumda hastam da anlatmaya başladı: “Hocam, arı
kuşlarından rahat yok valla. Onlar da biliyor demek ağzının tadını. Yalnız
armuda gagalarını batırıp da açtıkları delikten yayılan kokuya gelip oraya
yapışan arıları avlamayı daha çok seviyor gibi bu arı kuşları…” Gözümün önünde canlanan sahne beni iyi bir
sarstı. Doğanın işi, demekten başka bir şey yapamadım. Sahneyi, sevimli arı
kuşunu da, zavallı arıcığı da belleğimden silebilmek için ciddi ciddi ilaçların
kullanılışını anlattım. Bu yıl hastamın karısı da yapacakmış reçelden;
yarıştırırız belki eserlerimizi diyerek vedalaştık.
Arada
birçok benzer kısacık an oldu. Yorgunluğumun nedeni olan hastalarım, aynı
zamanda tazelenmemin de kaynağı oldular. Kimiyle kanser olasılığından
konuşurken karşılıklı biraz hüzünlensek de; ne gerekiyorsa işbirliği içinde
yapmak için sözleşirken umudumuzu canlandırdık.
Altmış
beş yaşında bir kadın hastam, masamın önündeki sehpada sıralanan üç kitabımı
fark etti. Ben tomografi görüntülerini inceleyeceğimi, bunun biraz zaman
alabileceğini, sonra düşündüklerimi ona açıklayacağımı söyleyip işime yönelince
o da kitapları incelemeye başladı. Ekranla işim bitip hastama döndüğümde
gözleri parlayarak kafasını hasta hikâyeleri kitabımdan kaldırdı. “Kitapları
sen yazmışsın, doktorum. Bravo valla. Benim torunlar tam bir kitap kurdu. Beni
de alıştırdılar. Durmadan kitap okuyoruz birlikte. Gidince hemen aldıracağım
onlara internetten. Getiririm de imzalatırım sana, olmaz mı?” dedi. Olmaz mı
hiç? "Bayıla bayıla imzalarım. Hem
biliyor musunuz, kitapların geliri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği
aracılığıyla öğrencilerime burs olarak dönüyor," dedim. “Bu daha da iyi haber. Merak
ettim bak şimdi kitaplarını,” dedikten sonra ona yarar sağladığını konuştuğumuz
ilaçlarına aynı şekilde devam etmesi gerektiğini öğrenip odamdan çıktı. Benim üzerimden
de yorgunluğun, uykusuzluğun birazını daha alarak...
En
son hastayı çağırmak için adının karşısındaki “hasta çağır” düğmesine bastıktan
birkaç dakika sonra hastam içeri girdi. Büyük bir enerjiyle… Dedi ki oğlunu
isim ekranının olduğu yerde, koridorun öbür ucunda bırakmış, kendisi kapının
önünde bekliyormuş. Ta o uçtan oğlu işaret edince de o içeri girivermiş. İlk
gelişi olduğunu anladığım hastama, zaman zaman yapmak zorunda kaldığım
açıklamayı yaptım: “Siz o koridoru yürürken ben iki hasta arasında nefes alma
olanağı buluyorum ve ruhumu bir sonraki hastam için hazırlayabiliyorum.” Telaşlandı,
bilemedim dedi. Ben de sorun olmadığını, bir dahaki sefere anımsarsa mutlu
olacağımı söyledim. Listedeki adı yineledim: Mehmet Hilmi X. Onayladı. Dosyama
yazarken sordum: “İki isminizi de kullanıyor musunuz, yoksa yeğlediğiniz biri
var mı?” “Ailem Mehmet der, arkadaşlar Hilmi.” Diye yanıtladı. Bu kez açıklama yaparak sorumu yineledim:
Sizin tercihinizi bilirsem o şekilde seslenebilirim; dosyanızda yazarken o ismi
koyu yazacağım… “Hilmi,” dedi, “Mehmet daha yaygın bir adken Hilmi’ye pek
rastlanmıyor.” Ardından hiç beklemediğim şekilde ekledi: “Üstelik adımın bir hikâyesi
de var.” Hiç tanımadığı halde benim için en karşı konmaz tümceyi söylemişti.
Son zamanlarda kendimi iyice hikâye avcısı gibi hissetmiyor muyum?
Bekleyen
hastam olmadığı için onu dinleyebileceğimi belirttim. Hemen anlatmaya koyuldu
Hilmi Bey: Benim bir de ikizim var. Köy yerinde nereden bilecekler iki kişi
geldiğimizi? Annem de ufacık boylu bir kadın zaten; hiç beklemiyorlarmış. Bir
bebeğe göre hazırlık yapılmış. Ben doğmuşum. Bebek giysilerini giymeme kalmadan
ebe bir bebek daha geliyor demez mi? Herkes şaşkına dönmüş. Annem hem bitkin
hem şaşkınmış. Bir avazda kardeşim doğuvermiş. Ne buldularsa artık, onu da sarıvermişler
ilk anda. Siz daha iyi bilirsiniz, ikiz eşlerinden önce çelimsiz olan doğarmış,
arkaya daha iri olan kalırmış. İşte ben o cılız, kara kuru bebekmişim.
Babaannem de başımızda… Beni ve kardeşimi iyice inceledikten sonra beni
gösterip bu Mehmet olsun, kardeşimi gösterip bu da Osman olsun, demiş. Ebe
yanına gelip “Nelerine bakıp da karar verdin abla?” diye sorunca babaannem
alçak sesle açıklamış “Bu sabi pek yaşamıycak gibi, ona dünürün adını verdim.
Öbürüne baksana pek gürbüz; onunki benim beyin adı olsun dedim. Yanlarına
babaları istediği adı ekler artık.” Annem duymaz sanmışlar ama duymuş, çok da
üzülmüş. Kaynanasına bir şey diyememiş, ama beni yaşatmak için ant içmiş.
Yedirmiş, içirmiş; bir an bırakmamış beni. Ben de onu… Kardeşimi babam
yedirirmiş, beni annem… Öyle ki eteğine yapışık dolaşırmışım; o nereye ben
oraya. Kardeşim de babama düşkün oldu. İşin kötüsü babamın bütün hastalıkları
bende, kardeşim annem gibi sapasağlam…
Aralara
girdim tabii anlatılırken. Babaanneye ikimiz de ince ince dokundurduk. Epey
eğlendik bu sırada. Bu anlattıklarını bir yazıma, elbette hastamın kimliğini
saklayarak, yerleştirebileceğimi söyleyerek izni de kopardım. Kısa sürdü bu
konuşmalar, ama işlevini yerine getirmeye yetti. Hilmi Beyin oğlu bu sırada,
tam da hikâyenin sonunda içeri girdi. Biz doktor-hasta diyaloğunu güzelce inşa
etmiştik. Tıbbi öykü alma, muayene ve tetkik isteme sırasıyla gerçekleşti.
İçten ve özenli, karşılıklı saygılı bir dille… Tetkik sonucunu bekleyeceğimi
söylemiştim. Geldiklerinde değerlendirdim, tanımı ve tedavimi, sonrası için
planımı anlattım. Hilmi Beyin oğlunun başarılı bir sınavla çok iyi bir liseyi
kazandığını öğrendim bu sırada. Doktor olmayı pek istemezken, az önceki
sahneden sonra doktorluğun severek yapabileceği bir meslek olduğunu düşünmeye
başladığını da öğrendim. Gün bitmişti, benim sabah kalktığımdaki yorgunluğum da…
Odamın
içinde, o gün sonunda beni yerden kazımalarına neden olabilecek kadar iş yükü
vardı. Ama derdimin dermanı da oradaydı. Zor iş günleri için birebir olan, işini
severek yapmakmış; bunun için de işin nesnesine –benimkinde insan- içtenlikli sevgi
ve saygı, dozunda empati ve doğallıkla yaklaşmak… Bir kez başardıysam her zaman
yapabilirim. Ben yapabildiysem sizler de yapabilirsiniz. O zaman, gelirse
gelsin işin en zoru; kim korkar ondan?
©Göksel
Altınışık Ergur
Yayınlanma tarihi: 22.8.2019
Yorumlar
Merhaba.
Ortak arkadaşımız Sevgili İlknur Akagündüz, Sayın İlker Durmaz’ın “Lucy Lüset Yaes'den her gün tekrar edebileceğimiz bir ritüel” notuyla yaptığı bir paylaşımı paylaşmış, şöyle: "Mutluluğu, bolluğu, sevgiyi ve sağlıklı olmayı HAK EDİYORUM. Zor durumlardan ders çıkarmayı, öğrenmeyi ama bunlara takılıp kalmamayı KABUL EDİYORUM. Güzelliklere, neşeli ve huzurlu olmaya, gelen iyilikleri almaya İZİN VERİYORUM. Hayatı, karanlık ve aydınlık yanlarıyla, insanları karanlık ve aydınlık yanlarıyla, kendimi karanlık ve aydınlık yanlarıyla SEVİYORUM. Benim için doğru olanı, üzmeyeni, kırmayanı, içimi aydınlatanı, huzur vereni, yolumu kolaylaştıranı SEÇİYORUM. Geçmişi bir yük olarak taşımamak için, kendimi özgürleştirmek için, kalbimi yumuşatmak için AFFEDİYORUM. Hayatıma daha fazla bilgeliği, anlayışı, eğlenceyi, seyahati, yeni dostlukları, heyecan verici deneyimleri DAVET EDİYORUM. Bazen olanlara, bazen iyi ki olmayanlara, görebildiğim ve göremediğim, henüz daha bilmediğim tüm güzelliklere ŞÜKREDİYORUM. Gitmesi gerekenleri, bitmesi gerekenleri, süresi dolanları yenilere yer açması için SERBEST BIRAKIYORUM." Ben, senin bu yazını okuyunca, Lucy Lüset Yaes’in ritüeline “Zor İş Günlerini keyifli geçirmek için Göksel Altınışık Ergur’un yazılarını OKUYORUM” diye bir ekleme yapmanın uygun olacağını düşündüm. Ayrıca bu yazın, annenin Resim-İş öğretmeninin sıklıkla tekrarladığı “Eğlencede iş yoktur, ama işte eğlence vardır.” sözünü destekleyen uzun açıklama gibi geldi. İlk ders arı kuşlarından; esasen Japonya ve Çin ülkelerinde yetiştirilen Naşi armuduna gagalarını batırıp delik açarak arılara tuzak kurarken mi, açılan delikten yayılan kokuya gelip oraya yapışan arıları avlarken mi daha çok eğleniyorlar acaba? İngiliz aktör, oyun yazarı ve popüler müzik bestecisi Sir Noël Peirce Coward, “İşiniz sizin için oyun gibiyse iş, eğlencelerden daha eğlenceli olur.” demiş ve Norton, “Tanrı, bütün eğlenceleri suçsuz yaratmıştır.” diyor. Ama senin odanda masanın önündeki sehpada üç kitabını sıralamanın, arı kuşlarından alınacak ders ile ilgisi yok herhalde. Çünkü biliyorum ki, arı kuşlarının dersini öğrenmeden önce de o kitaplar oradaydı. Senin gücün ve yeteneğin, ünlü bir Hokkien ya da Has Minnan (güneydoğu Çin, Tayvan ve güneydoğu Asya'da ve diğer denizaşırı Çinliler tarafından konuşulan bir Güney Min lehçe grubu) Çinli yazar, tercüman, dilbilimci, filozof ve mucit Lin Yutang’ın “Akıllı adam hem kitapları, hem de doğrudan doğruya hayatı okur.” sözünde ifadesini bulan hem kitapları, hem de doğrudan doğruya hayatı okuman olmalı...
Son hastan Mehmet Hilmi’nin öyküsü, hem sevgi hem sevgisizlik içeren otuz iki kısım tekmili birden film öyküsü gibi; tuzaksız yakalaman ve gün biterken sabah kalktığındaki yorgunluğu gidermiş olduğuna sevindik. Yazının sonunda Zor iş günleri için birebir olanın işini severek yapmak olduğunu vurgulaman, Amerikan motivasyonel konuşmacısı, yazar ve danışman Denis E. Waitley’in “Kazananlar yaptıkları işi seyredip keyif almaya zaman ayırırlar. Çünkü dağın zirvesinden baktıkları manzarayı o kadar heyecan verici yapanın dağın yüksekliği olduğunu bilirler.” sözünü anımsatıyor. Ama şahsen ben, Evren’e “Gelirse gelsin işin en zoru; kim korkar ondan?” mesajını tehlikeli bulurum. Olur ya mesaj alınır, işin en zoru gelir ve senin gece aklına takılan konular nedeniyle uyuyamamana, sabah yataktan sürünerek kalkmana üzülürüz…
Kendine iyi bak…
Allah seni korusun inşallah…
Selam ve sevgilerimizle…
:) :) :)