CORONICLE (Korona Notları) V- Birini suçlarken unutmayalım
Hafta sonu, ama iş bitmiyor.
Yazılacak, çizilecek ne çok iş var. Yetişme kaygısıyla. En azından odama
kapanmış tek başıma yerken yazımı yetiştirme telaşıyla değil.
Bugün
bir ilin valisi talihsiz bir açıklama yaptı. Zonguldak ilinin valisi.
"Doktorlar bizi zora soktu, birbirlerine bulaştırdılar ve o yüzden
halletmiştik ki onlar hastalığı artırıp bizi yordular." ifadelerini kendi “üslubunca”
söyledi. Bir televizyon kanalında… Bu nasıl bir bilinçsizliktir. Devleti temsil
eden bir kişi, nasıl böyle gerçek dışı ifadelerle bir meslek grubunu, kendi
içinden de birçok kişinin hastalanması ve ölmesi nedeniyle hem üzgün hem
kaygılı olan insanları töhmet altında bırakır? Ne cüretle, sağlıkta şiddet sona
ersin diye çığlıklar attığımız zamanda, yanlış bilgilerle ve genellemelerle
hedef tahtasına bizi oturtmaya çalışır? Uzun zamandır bu denli hayal kırıklığı
yaşadığım olmamıştı. Yazık, çok yazık… Özür dilerken bile aynı şeyleri söylediğini
duymak içimi acıttı. Ben temsil ettiği makam nedeniyle hakkında daha başka bir
şey söylemeyeceğim, onun da temsil ettiği makamın ağırlığını bir an önce fark
etmesini diliyorum.
Daha
önce yazdım, önlemleri sıkı sıkı uyguluyoruz. Bir araya gelmeyip
konuşmalarımızı uzaktan, maskeli, on beş dakikayı geçmeyecek şekilde, yine de
seyrek yapıyoruz. Telefonla, internet toplantılarıyla işimizi görüyoruz. Uzun
sohbetleri, çay kahve molalarını unuttuk. Yalnızlaşmaya razı olduk, çünkü bu
salgından sağ çıkmaya çalışıyoruz.
İstisnalar
her zaman olur. Algılayış, kavrayış, uygulayış farkları bütün insanlar arasında
var. Seyrek de olsa bu durumlarla karşılaştığımızda hemen uyarıyoruz. Bu
süreçte önceden olandan daha da fazla ve sürekli şekilde bir birimizi uyarıyoruz.
Gevşediğimiz, sıkıldığımız, tedbiri elden bıraktığımız an virüsün o fırsatı
değerlendireceğini biliyoruz. Sağlık ordusundan kaybettiğimiz her insanın bizi
üzmesi yanında geride kalanların iş yükünü artıracağının bilinciyle işimizi
yapıyoruz.
Bu
salgında annem ve babam Aydın'da 65 yaş ve üzeri toplumsal hareket
kısıtlamasına yakalandılar. Aklım ve kalbim onlarda. İnsanlar fiziksel olarak
ayrı olsa da, ruhlar ayrılası değil. Evden hiç çıkmıyorlar; en az 1 aydır.
Gelmelerini sağlayabilirdim belki, ama anlamsız olurdu. Rahatları yerinde,
çevrelerinde eski öğrencileri ve yakın dostları var, yardım gerektiğinde beni
aratmıyorlar. Alış veriş yapmaktan başkası gerekli değil. Alınanlar evin dışına
bırakılıyor. Bir süre orada kalacaklar ve sonra da eldivenle içeri alınıp
yıkanabilecek olan paketler sabunla yıkanacaklar. Annem diyor ki en fazla
bu ayrıntılar yoruyor. Haklı yapıverdiğimiz pek çok teferruatlı, meşakkatli
işlere dönüştü. Biz salgın öncesi de marketten alınan pek çok şeyi yıkardık.
Depo kiri diye bir şey var, diyerek. Şimdi onu tuttun, elini yıka, yok sen aç
ben hiçbir yere değmeden alıp başka bir kaba aktarayım... İki kişi bu işle epey
bir meşgul olmak zorunda kalıyor. Annemlere meşgale oluyor... Tatlı tatlı
çekişerek... "Aman Mustafa, sen de hiç dikkat etmiyorsun..."
"Yahu Nuriye Hanım, fazla titizleniyorsun..." "Titizlik değil,
tedbir; bak kızımız her seferinde bizi uyarmıyor mu?" Evet, her telefonda
sıkı sıkı tembihliyorum, çocukken onlar bana yaparken kızar mıydım acaba?
Anımsamıyorum. Sözünü dinler miydim bilmiyorum. Ama onlar benim sözümü
dinliyor. Evden çıkmıyor, önlem alıyor ve hepimiz için hayatta kalmaya dikkat
ediyorlar.
Annem
âlem kadın... Evde oldukları sürece örgü örüyordu. İpleri bitmiş, onu aldıracak
kimse, aldırabileceği yer olmayınca durmuş düşünmüş. Yarım bir paspas varmış,
öncelerden kalma. Onu söküp ipini kullanmış. Yeniden malzeme sıkıntısı çekince
aklına gelmiş. Projelendirmiş. Bilgisayar kurdu babama söylemiş. Beraber yün
firmasına email yazmışlar. Evden çıkamadıklarını, nasıl ip alabileceklerini
sormuşlar. Biraz sonra aranmışlar. Arayan kişi, yardım yapılmasını istiyorlar
sanmış. Annem, "Yok kızım, parasını vererek almak istiyoruz. Siz hesap
numarası verin, yatıralım." diye yanıtlamış. Annem bir daha bu işle uğraşmak
gerekmesin diye istediği renklerden yedişer çile yün sipariş etmiş. Şimdi kargo
bekliyorlar. Gelinde üç gün dışarıda bekler, sonra kaldığı yerden devam eder.
Son ördüğü yelek-ceket-kazak karışımı eserini (gerçekten tam uyduğu bir
kategori yok, doğaçlama cinsinden ve ipin yettiği oranda) bize görüntülü
aramada gösterdi. Kızımla kapıştık. Özge'de kaldı ihale... Kapıdan geçen bir
kargo aracı görürsek göndermeye çalışalım dediler. Eve gelip almıyorlarmış.
Annem ve babam el ele verip bir yolunu bulurlar, eminim.
Kızım
da salgına kendi evinde yakalandı. İçimde özlemi ince bir sızı... Kokusunu
özledim. "Ama gelme," diyorum, "köyde, kimseyle temas etmeden
kalabiliyorsun. Şimdi senden daha güvende olan yok ailemizde." Seyrek
olarak alış verişe gidiyor, Fiziksel mesafeye dikkat ederek topluca alıyor
alacaklarını. Eve getirince yine aynı merasimler. Kendine bakabiliyor
olmasından gurur duyuyorum. Beslenmesine özen gösterecek şekilde üşenmeden,
hevesle yemekler yapmasından... Derslerine disiplinle katılmasından,
çalışmasından, tasarımla ilgili imdat dediğim yerde koşuvermesinden... Onun
için endişelenmek zorunda olmamaktan dolayı huzurluyum. Ona tembihlediğimden
daha azını yapmam mümkün değil, örnek olacağım. Ben korunma önlemlerini
harfiyen uyguluyor, ona da bunu her konuşmamızda anımsatıyorum. Sözümü
dinliyor.
Bugün
de bunları yazmak varmış. Oysa yine de içimde yaşam sevinci uyandıran bir sürü
an yaşandı.
Bir
sonraki yazıma diyeyim.
Çok sevdiğim, sık sık yinelediğim,
kendimi uyarırken de kullandığım özdeyiş var. Friedrich Nietzsche’ye ait:
Birini parmağınla gösterip suçlarken, diğer üç parmağının seni gösterdiğini
unutma... Bunu da buraya bırakmış olayım.
Yorumlar
Güzel bir gün olsun hepimize 🌺
Merhaba.
Bu yazının başında değindiğin bir Valinin (!) açıklaması, çocukluğumuzda öğrendiğimiz ünlü Vali ya da Paşa öyküsünü anımsatıyor. Durum bu olunca ve de yeni nesil yetiştirmede eğitim politikası olarak “sevgi ve hoşgörü” yerine “kin ve nefret” egemenliği sürdükçe senin “Valinin (!) temsil ettiği makamın ağırlığını bir an önce fark etmesi” dileğinin gerçekleşmesi konusunda endişemi üzülerek belirtmeliyim.
Covid-19 belasından korunmak ve kurtulmak için önlemleri sıkı sıkı uyguladığınızın; bir araya gelmeyip konuşmalarınızı uzaktan, maskeli, on beş dakikayı geçmeyecek şekilde, yine de seyrek yaptığınızın; telefonla, internet toplantılarıyla işinizi gördüğünüzün; uzun sohbetleri, çay kahve molalarını unuttuğunuzun; bu salgından sağ çıkmaya çalışmak için yalnızlaşmaya razı olduğunuzun tanığıyız. Bu bağlamda yazdıklarını savunma ya da valiye (!) yanıt anlamında değerlendirmiyorum. Sağlık ordusundan kaybedilecek her insanın sizi üzmesi yanında geride kalanların iş yükünü artıracağı bilincinizi erişilmesi zor kutsal bir değer olarak değerlendiriyorum. Ne mutlu bunu anlayabilenlere! Allah sizi, tüm sağlık çalışanlarını ve tüm iyi insanları korusun inşallah…
Yazında bizi de anlatman hoş bir sürpriz oldu bizim için. Teşekkürler. Bizim aklımız ve kalbimiz sizde, ama senin aklın Covid-19 belasından korunma ve kurtulmada olsun canım. Bildiğin ve anlattığın gibi biz iyiyiz çok şükür; en azından şairin karısının İstanbul’dan yazdığı mektubunda “Camlar çerçeveler kırık, kapılar / kapanmıyor, / burda barınmamız imkansız artık, / taşınmalı! / Ev yıkılacak üstümüze. / Kiralarsa pahalımı pahalı. / Sana bunları ne diye anlatırım? / Üzüleceksin…” dediği gibi bir durumda değiliz çok şükür. Ama derdimiz var; radyo dinliyoruz ve televizyon kanallarını izliyoruz, gene şairin karısının “Bir kara haber de verdi bu akşam radyo; / İren Jolio Küri ölmüş. / Yıllar var / bir kitap okudumdu / ölenin anası üstüne yazılmış. / Bir yerinde iki kız çocuğundan bahseder. / -Satırlar gözümün önüne geldi- / Sarışın iki Yunan heykeli gibi der. / İşte bu çocuklardan biri öldü. / Bilmem ki nasıl anlatsam, / büyük bilgin, büyük adam, / ama şimdi lösemiden ölen / O sarışın kız çocuğu da. / Bu ölüm bana çok dokundu. / İren Jolio Küri için / ağladım bu akşam. / Ne tuhaf, / İren deselerdi, İren / öldüğün zaman / deselerdi, / İstanbullu bir kadın / hem de hiç tanımadığın, / ağlayacak arkandan, deselerdi / şaşardı. / Kocası geldi aklıma, / bir mektup yazsam, / başsağlığı dilesem / diye düşündüm. / Adresini bilmiyorum ama / Paris, Frederik Jolio Küri desem / gider miydi?” dediği gibi, sağlık ordumuzdan nice güneşlerin battığı haberlerini aldıkça kahroluyoruz.
Yazında annen için “Âlem kadın” tanımlaması uymuş; gerçekten harikalar yaratıyor. Ama aramızda kalsın ki bana karşı biraz huysuzluk yapmasa iyi olacak Benim için “Bilgisayar kurdu” tanımlaması uymamış; ben bilgisayar kullanmayı hiç bilmeyenden az fazlaca biliyorum, ama düşünüyorum ve düşündüğümü deniyorum. Annenin ördüğü yün boleronun ihalesini Özge’nin kazandığı bir bakıma iyi oldu; Özge’ye göndereceğimiz başka eserlerle birlikte göndeririz. Yün firmasına yazıp gönderdiğimiz e-posta sonrasında aramaları üzerine sipariş ettiğimiz yünler gelince annenin sana da bir bolero öreceğini tahmin ediyorsundur herhalde…
Hepimizin her şeyini çok özlediğimiz Sevgili Özge’mizin, evinde gerçekten bizi gururlandıracak biçimde beslenmesine özen gösterecek şekilde üşenmeden, hevesle yemekler yapması; derslerine disiplinle katılması, çalışması, tasarımla ilgili imdat dediğimiz yerde koşuvermesi ve kendine yeterek güvende olmasından dolayı huzurluyuz. Allah onu da korusun ve her zaman yardımcısı olsun inşallah!
İçindeki yaşam sevinci eksilmeden, artarak sürsün inşallah…
:) :) :)
“Bir de Fransız yazarı öldü.
Gazetede okudum.
Adını bile duymamışsındır.
Çok ihtiyardı zaten,
üstelikte egoist,
sinik,
cenabet herifin biri.
Her şeyle alay etmiş ömrü boyunca.
Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmemiş,
bir köpeklerle kedileri,
ama yalnız kendininkileri.
Mülakat vermiş ölmeden bir kaç gün önce.
Ölümü alaya alıyor aklınca.
Ama belli dehşetli de korkuyor.
Resmi de var.
büyükannemizi erkek yap,
tepesine bir takke koy,
işte herif.
Korkunç bir yalnızlık içinde
sıska bir ihtiyar.
ona da acıdım
Belki büyükannemize benzediğinden,
Belki de yalnızlığına.
Acıdım.
Aynı acıma değil elbet.
Acıyorsun İren Küri'ye,
çocuklarını düşünüyorsun, kocasını,
ama daha çok dünyaya acıyorsun,
büyük bir insan öldü diye…”
:) :) :)