CORONICLE (Korona Notları) XII- Sessizliğin çığlığı
Bu yazıya nereden başlayacağımı bilemiyorum. Aslında sayfasını epey önce açtım ve birçok işle bölündüm. Geldiğim noktada, ilk anda yazacaklarım anlamını yitirdi. Gözyaşlarımı yenice kurulamışken (elbette ellerimi sürmeden) parmak uçlarım klavyede geziniyor.
Son işim, aslında zevkle yaptığım bir rutinim… Eşimin her ayın ilk günü “Sesin İzi” internet sayfasında çıkan yazı serisinin Mayıs ayı için olanına son okumayı yaptım. Aslında, ilk okuma... Çünkü herkesten önce yazıları okuyabilme ayrıcalığına sahibim. Dört yıldır... Her ayın ilk günü olma ritmini de benim takıntılı yapım sayesinde yerleştirdik. Siteye konunca çevremle paylaşıyorum. Çok güzel görüşler iletiliyor. Aracı olmaktan mutluluk duyuyorum. Her bir yazı bana da çok katkı sunuyor. Görüş alanım genişliyor. Bütüncül bakış yanında onun duyarlığı da bulaşıyor. Bu seferki yazı, iki aydır olduğu gibi yine Corona etkisinde. Sesin birçok yönü, bu döneme o yazılar sayesinde iz bırakıyor. Yarın okunabilir olacak. Beni dağıtan kısmını buraya da alıntılayayım: “Zira sessizliği dinlemek, onun içerdiği özgürleştirici gücü keşfetmemize yol açabilir. Sessizlik, zorunlulukla gelmişse bile, söylemedikleriyle güçlenir. Onu dinleme cüreti ve dirayeti gösterebildiğimiz ölçüde sessizlik bize konuşur.” Gerçekten ağlattı. Kendime ağlamış olmalıyım. Son zamanlarda çok koşturdum, çok iş hallettim, ama hep hep konuştum. İçimde susturmaya çalıştığım ne vardıysa ona inat yaptım bunu... İçimden atmak istediklerim de olmalı. Zihnimde inanılmaz bir hareket; sürekli kendimle konuşuyorum, sürekli... Beynimde dinleyip durduğum bir cırcır böceği var. Aman hangi sesi kaçırıyorum diye telaşla kulak kabarttığım... Ama ilk kez “yeter artık!” diye bağırmak istiyorum. Yetişmesi gereken işler, bana yapmam söylenenler, yapmam söylenmediği hâlde üstüme aldıklarım, proje proje tasarladıklarım... Susun... Hepsi sussun. Sessizlikten öğreneceklerimi kaçırıyorum. Bu cesareti göstermeliyim ki sessizlik de benimle konuşsun.
Aslında sanırım bardak taştı.
Geçen günkü yüksek lisans dersimden sonra öğrenci sayfamdaki okumaları bir daha ele aldım. Aslında dersleri dinliyorum, ama öyle çok telefonla ya da işle bölünüyor ki yeniden yeniden açıp dinlemem, okumam gerekiyor. Odaklanamadıkça harcadığım süre ve enerji artıyor. Okurken bir yer dikkatimi çekti. Kitaplarda da olur bu, farklı zamanlarda okuduğumda farklı yerlerinden etkilenirim. O zamandaki ruh hâlim, düşünme ve hissetme düzeyimle ilintili olarak... Çiğdem Dürüşken hocamızın yazısında geçen alıntı şu şekildeydi *:
“İşte insan doğasının bu kadar değişken, bu kadar tuhaf bir şifresi vardır ve bu şifreyi çözme girişimlerinde Eski Yunan’dan beri nice metafor kullanılır. Bunların en bilineni de, insan bedenini bir gemiye, duygularını şiddetli esen rüzgârlara, aklını da bu geminin kaptanına ya da dümencisine benzeten metafordur. Rüzgârlar olmasa aslında deniz hep sakin, hep berraktır denir, ama rüzgârlar esmeye başlayınca gemi telaşlanır, çalkalanmaya, sağa sola gidip gelmeye, oraya buraya çarpmaya başlar. İşte o anda asıl iş kaptana, yani akla düşer. İşinin ustası, ayık bir kaptansa bu kaptan, hemen dümenini kırar ve sakin sulara yol alır, ama deneyimsizse, ayyaşsa o zaman rüzgârlara kapılır ve dönülmez denizlere salınır.”
Benim kaptanım, çok uzun zamandır aklımla beraber sezgim oldu. Birilerine yardımcı olmaya çalışırken son zamanlarda aklımı kullanmaya çalışıyorum. Çoğu zaman işe yarıyor gibi. Ama şimdi, eksik kalan yanı gördüm. Kaptanın akıl parçası için daha çok okumalıyım. Birikmiş, beni bekleyen kitaplara daha fazla zaman ayırmalıyım. Sezgi bu dönemde eskisinden daha da güçlendi. Zaten önüme çıkan sözler, sözcüklerden uyarı levhasını o oluşturmadı mı? Ama okumayı ihmal etmemeliyim. Eskisinden de fazla gereksinimim var bu dönemde.
Her şeye yetişemeyeceğimi görüp sıralama yapmalıyım. Öncelikleri belirlemeli, işleri bölüştürmeli, temelde benim gereksinimlerimin ne olduğunu sık sık düşünmeliyim. Artık biraz durmalıyım. Duracağım. Sessizliği, o sessizlikte kendimi dinleyeceğim. Sonrasına bakarım; kulağıma fısıldananlara göre değişeceğimi hissediyorum.
Aşağıdaki birkaç paragraf bu yazımın önceki başlangıçlarında bölük pörçük yazdığım notlarım:
“Bir ayın daha sonuna geldik. Salgında bir buçuk ay doldu. neler neler yaşandı. Zaten buraya olabildiğince not ettim. Şimdi genç dostlarımın önerisiyle biriken yazıları bir araya getirme zamanı. Bunu yaparken da birçok video kaydının linkini vermenin yazılı dokümanda işlevsel olmayacağını gördüm. O zaman sevgili dostum, dergi editörüm Nurcihan Bahtiyar’ın öğrettiği kare kod uygulaması aklıma geldi. Yazılı metinde videoları yerleştirmenin en zekice yolu. Heyecanla yaptım. Akıllı telefonların çoğu kare kodları (qr code) okuyor ya da kolayca indirilen uygulamaları var. Böylece blog içinden başka dünyalara gidip dönmeniz olası olacak. Keyifli okumalar ve seyirler dilemeli o zaman.”
“Dün sosyoloji öğrenci ve mezunlarından oluşan, artık benim de arkadaşım olmuş pırıl pırıl gençler için bir araştırmalarına görüşmeci ayarladım. Sorduğum herkesin istekle yardımcı olması beni mutlu etti. Hem yardımcı olmak için üzerime aldığım sorumluluğu yerine getirebildim diye hem de bir ricamın böylesi severek yanıt bulacağı geniş bir çevrem olduğunu görebildiğim için. Bir yandan da kendi sosyoloji yüksek lisans tezimin gerçekliğiyle yüzleştim ve onu dert etmeye başladım. Öncesinde dönem ödevleri bitirmem gerektiğini idrak ettim. Toraks Bülteni online yayınlanma zamanı yaklaşıyor, yazıların dizgilerine başlamalıyım. Çok fazla haber, olay birikti ve onları bültene yerleştirmek için epey uğraşmam gerekecek.”
“Avrupa Radyoloji Derneğinin, pandemi döneminde yapay zekânın kullanımı alanında başlatılmış çalışmalardan söz edilen bir toplantısını izledim. Dünyanın değişik yerlerinden konuşmacıların, doğrudan benim konum olmasa da bir süredir aklımdan geçirdiğim bu seçeneği nasıl gördüklerini öğrenmek istedim. Teknolojinin bu sürece katkısı ve olabilirliği açısından aklımdaki sorulara yanıt arayışıma iyi denk geldi. Ancak “Hızlı olmalıyız, pandemide düşünerek harekete geçenler kaybedecek; hemen yola çıkmalıyız ve çalışmalar yapmalıyız” mesajı üzerine uzun uzun düşünmeye koyuldum. Bu mesajda içime sinmeyen, aklıma yatmayan bir şeyler var.”
“Bilgisayarda uzun süreler hasta notu yazmak yüzünden iki ay önce sağ elimin bileğinde ortaya çıkan, şiddetli ve uzun süreli ağrı yeniledi. O şiddette değil, ama “buradayım, bir yere gitmedim. Sen beni görmezden gelip bileğini zorlamaya devam et,” der gibiydi. Daha birçok iş var; önümüzdeki üç günlük evde kalma sürecini şimdiden tasarladım. Bileğimi biraz biraz dinlendirerek yapayım en iyisi.”
İşte böyle... Yazıya başlamamla bitirmem arasında savrulan ruh hâlimi takdimimdir.
Vakur gemi kaptanım, neredesin? Çalkantıdan kurtar beni. Her zaman yaptığın gibi... Sen dümeni eline alırken ben de sessizliğin çığlığını dinleyeceğim. Çağrısına uyacağım.
Susuyorum......
Son işim, aslında zevkle yaptığım bir rutinim… Eşimin her ayın ilk günü “Sesin İzi” internet sayfasında çıkan yazı serisinin Mayıs ayı için olanına son okumayı yaptım. Aslında, ilk okuma... Çünkü herkesten önce yazıları okuyabilme ayrıcalığına sahibim. Dört yıldır... Her ayın ilk günü olma ritmini de benim takıntılı yapım sayesinde yerleştirdik. Siteye konunca çevremle paylaşıyorum. Çok güzel görüşler iletiliyor. Aracı olmaktan mutluluk duyuyorum. Her bir yazı bana da çok katkı sunuyor. Görüş alanım genişliyor. Bütüncül bakış yanında onun duyarlığı da bulaşıyor. Bu seferki yazı, iki aydır olduğu gibi yine Corona etkisinde. Sesin birçok yönü, bu döneme o yazılar sayesinde iz bırakıyor. Yarın okunabilir olacak. Beni dağıtan kısmını buraya da alıntılayayım: “Zira sessizliği dinlemek, onun içerdiği özgürleştirici gücü keşfetmemize yol açabilir. Sessizlik, zorunlulukla gelmişse bile, söylemedikleriyle güçlenir. Onu dinleme cüreti ve dirayeti gösterebildiğimiz ölçüde sessizlik bize konuşur.” Gerçekten ağlattı. Kendime ağlamış olmalıyım. Son zamanlarda çok koşturdum, çok iş hallettim, ama hep hep konuştum. İçimde susturmaya çalıştığım ne vardıysa ona inat yaptım bunu... İçimden atmak istediklerim de olmalı. Zihnimde inanılmaz bir hareket; sürekli kendimle konuşuyorum, sürekli... Beynimde dinleyip durduğum bir cırcır böceği var. Aman hangi sesi kaçırıyorum diye telaşla kulak kabarttığım... Ama ilk kez “yeter artık!” diye bağırmak istiyorum. Yetişmesi gereken işler, bana yapmam söylenenler, yapmam söylenmediği hâlde üstüme aldıklarım, proje proje tasarladıklarım... Susun... Hepsi sussun. Sessizlikten öğreneceklerimi kaçırıyorum. Bu cesareti göstermeliyim ki sessizlik de benimle konuşsun.
Aslında sanırım bardak taştı.
Geçen günkü yüksek lisans dersimden sonra öğrenci sayfamdaki okumaları bir daha ele aldım. Aslında dersleri dinliyorum, ama öyle çok telefonla ya da işle bölünüyor ki yeniden yeniden açıp dinlemem, okumam gerekiyor. Odaklanamadıkça harcadığım süre ve enerji artıyor. Okurken bir yer dikkatimi çekti. Kitaplarda da olur bu, farklı zamanlarda okuduğumda farklı yerlerinden etkilenirim. O zamandaki ruh hâlim, düşünme ve hissetme düzeyimle ilintili olarak... Çiğdem Dürüşken hocamızın yazısında geçen alıntı şu şekildeydi *:
“İşte insan doğasının bu kadar değişken, bu kadar tuhaf bir şifresi vardır ve bu şifreyi çözme girişimlerinde Eski Yunan’dan beri nice metafor kullanılır. Bunların en bilineni de, insan bedenini bir gemiye, duygularını şiddetli esen rüzgârlara, aklını da bu geminin kaptanına ya da dümencisine benzeten metafordur. Rüzgârlar olmasa aslında deniz hep sakin, hep berraktır denir, ama rüzgârlar esmeye başlayınca gemi telaşlanır, çalkalanmaya, sağa sola gidip gelmeye, oraya buraya çarpmaya başlar. İşte o anda asıl iş kaptana, yani akla düşer. İşinin ustası, ayık bir kaptansa bu kaptan, hemen dümenini kırar ve sakin sulara yol alır, ama deneyimsizse, ayyaşsa o zaman rüzgârlara kapılır ve dönülmez denizlere salınır.”
Benim kaptanım, çok uzun zamandır aklımla beraber sezgim oldu. Birilerine yardımcı olmaya çalışırken son zamanlarda aklımı kullanmaya çalışıyorum. Çoğu zaman işe yarıyor gibi. Ama şimdi, eksik kalan yanı gördüm. Kaptanın akıl parçası için daha çok okumalıyım. Birikmiş, beni bekleyen kitaplara daha fazla zaman ayırmalıyım. Sezgi bu dönemde eskisinden daha da güçlendi. Zaten önüme çıkan sözler, sözcüklerden uyarı levhasını o oluşturmadı mı? Ama okumayı ihmal etmemeliyim. Eskisinden de fazla gereksinimim var bu dönemde.
Her şeye yetişemeyeceğimi görüp sıralama yapmalıyım. Öncelikleri belirlemeli, işleri bölüştürmeli, temelde benim gereksinimlerimin ne olduğunu sık sık düşünmeliyim. Artık biraz durmalıyım. Duracağım. Sessizliği, o sessizlikte kendimi dinleyeceğim. Sonrasına bakarım; kulağıma fısıldananlara göre değişeceğimi hissediyorum.
Aşağıdaki birkaç paragraf bu yazımın önceki başlangıçlarında bölük pörçük yazdığım notlarım:
“Bir ayın daha sonuna geldik. Salgında bir buçuk ay doldu. neler neler yaşandı. Zaten buraya olabildiğince not ettim. Şimdi genç dostlarımın önerisiyle biriken yazıları bir araya getirme zamanı. Bunu yaparken da birçok video kaydının linkini vermenin yazılı dokümanda işlevsel olmayacağını gördüm. O zaman sevgili dostum, dergi editörüm Nurcihan Bahtiyar’ın öğrettiği kare kod uygulaması aklıma geldi. Yazılı metinde videoları yerleştirmenin en zekice yolu. Heyecanla yaptım. Akıllı telefonların çoğu kare kodları (qr code) okuyor ya da kolayca indirilen uygulamaları var. Böylece blog içinden başka dünyalara gidip dönmeniz olası olacak. Keyifli okumalar ve seyirler dilemeli o zaman.”
“Dün sosyoloji öğrenci ve mezunlarından oluşan, artık benim de arkadaşım olmuş pırıl pırıl gençler için bir araştırmalarına görüşmeci ayarladım. Sorduğum herkesin istekle yardımcı olması beni mutlu etti. Hem yardımcı olmak için üzerime aldığım sorumluluğu yerine getirebildim diye hem de bir ricamın böylesi severek yanıt bulacağı geniş bir çevrem olduğunu görebildiğim için. Bir yandan da kendi sosyoloji yüksek lisans tezimin gerçekliğiyle yüzleştim ve onu dert etmeye başladım. Öncesinde dönem ödevleri bitirmem gerektiğini idrak ettim. Toraks Bülteni online yayınlanma zamanı yaklaşıyor, yazıların dizgilerine başlamalıyım. Çok fazla haber, olay birikti ve onları bültene yerleştirmek için epey uğraşmam gerekecek.”
“Avrupa Radyoloji Derneğinin, pandemi döneminde yapay zekânın kullanımı alanında başlatılmış çalışmalardan söz edilen bir toplantısını izledim. Dünyanın değişik yerlerinden konuşmacıların, doğrudan benim konum olmasa da bir süredir aklımdan geçirdiğim bu seçeneği nasıl gördüklerini öğrenmek istedim. Teknolojinin bu sürece katkısı ve olabilirliği açısından aklımdaki sorulara yanıt arayışıma iyi denk geldi. Ancak “Hızlı olmalıyız, pandemide düşünerek harekete geçenler kaybedecek; hemen yola çıkmalıyız ve çalışmalar yapmalıyız” mesajı üzerine uzun uzun düşünmeye koyuldum. Bu mesajda içime sinmeyen, aklıma yatmayan bir şeyler var.”
“Bilgisayarda uzun süreler hasta notu yazmak yüzünden iki ay önce sağ elimin bileğinde ortaya çıkan, şiddetli ve uzun süreli ağrı yeniledi. O şiddette değil, ama “buradayım, bir yere gitmedim. Sen beni görmezden gelip bileğini zorlamaya devam et,” der gibiydi. Daha birçok iş var; önümüzdeki üç günlük evde kalma sürecini şimdiden tasarladım. Bileğimi biraz biraz dinlendirerek yapayım en iyisi.”
İşte böyle... Yazıya başlamamla bitirmem arasında savrulan ruh hâlimi takdimimdir.
Vakur gemi kaptanım, neredesin? Çalkantıdan kurtar beni. Her zaman yaptığın gibi... Sen dümeni eline alırken ben de sessizliğin çığlığını dinleyeceğim. Çağrısına uyacağım.
Susuyorum......
* Jamie C. Kassler, “Restraining the Passions”, The Soft Underbelly of Reason: The Passions in the Seventeenth Century, ed. Stephen Gaukroger, Routledge, London, 1998, s. 147. F. Bacon, The Advancement of Learning, ed. A. Johnston, Oxford, 1974, s. 163.
©Göksel
Altınışık Ergur
Yorumlar
Merhaba.
Harika yazını gene bir solukta okuduk ve çok beğendik. Yüreğine, emeğine sağlık. Eşinin her ayın ilk günü "Sesin İzi" internet sayfasında çıkan yazı serisinin Mayıs ayı için olanı ile ilgili olarak “Okumam sırasında bir yer dikkatimi çekti. Kitaplarda da olur bu, farklı zamanlarda okuduğumda farklı yerlerinden etkilenirim.” Deyişin üzerine annen, Victor Hugo'nun 1862 romanı Sefiller'in başkahramanı Jean Valjean’ın kendisini evine alan piskoposun gümüş takımlarını çalıp uzaklaşırken sokakta onu gören polislerin Jean Valjean’dan şüphelenip yakalamaları, Piskopos’un; polislere, onun hırsız olmadığını, onları Jean Valjean’a kendisinin verdiğini söylemesi, polisler gidince ona iki de şamdan hediye etmesi ve Jean Valjean’a gümüşleri satıp kendine namuslu bir iş kurmasını söylemesinden çok etkilendiğini anımsadı. Her ikimizi de ilgilendiren ve etkileyen yazının güzelliğinden çok sağlığındır. Bu bağlamda İki ay önce bilgisayarda uzun süreler hasta notu yazmaktan dolayı sağ elinin bileğinde ortaya çıkan, şiddetli ve uzun süreli ağrının, yenilemesine üzüldük. Bizim, yazını okumaya başlamamızla bitirmemiz arasında savrulan ruh hâlimizi hayalinde canlandırabiliyor musun?
“Dün gece sen uyurken kızıla boyadım denizleri, uçurumdan attım sessizliği, haber saldım rüzgârlara, fısıldasınlar seni ne çok sevdiğimi ve özlediğimi…” bilesin…
:) :) :)