İNSAN NEDİR?
“Düşünce ve üslup”
yüksek lisans dersinin ödevini düşünürken aklımdan dersin doğasına en uygun şekilde
bu ödevi yapmak konusunda türlü olasılık geçti. İnsan’ı dinlediğimiz dersler ve
o bağlamda okuduğumuz yazılar boyunca aklımdan geçenler belleğimde bir bir
filiz verdi, benden onu seçmemi ısrarla istedi. Öte yandan insana ilişkin pek
çok konuya bakışımın bunca yıldır aşamalardan geçerek, hem düşüncemde hem de
anlatı ve yazı üslubumda şekillendiğini fark etmemi sağladı. Augustinus’un hafızasının
dehlizlerinde gezinirken keşfettikleri de bu sürece katkı sunmuş olmalı.
Edebiyatı, hele de son derece öznel şekilde yalnızca bana ait şiirleri,
kullanarak bir ödev yazma cesaretini başka türlü bulamazdım. Onun ruhu, duyuları
ve ardından kendisine ulaşan yolcuğu, geçmişini bugün değerlendirirken geleceği
de şekillendiriyor olabileceğinin keşfiyle heyecanlanışını bütün zerrelerimde
hissedebiliyorum. İnsan dediğimiz, bizden ayrı bir varlık değil ki onu anlatmak
için kendi lûgatımızdan, içimize bakarak bulduğumuz duygu ve düşüncelerin sözel
ifadelerinden yaralanmak anlamsız olsun. İnsan üzerine düşünmek, yaşamdaki
insanı algılamak, anlamak ve tanımak için yollar aramak aslında özümüzü aramak
için bir kılıf olmalı. Antik çağlardan beri felsefenin yaptığı, sözlü kültür ve
mitolojik anlatılar dâhil edebiyatın peşinde olduğu da bu öz değil midir?
Buluşma
En sonunda
dönmeyeceksem
kendime
bu dönüp durma
niye?
Bu şiirim çok eski
yıllara tarihleniyor. Oldukça genç yaşlarımda, döne dolana aradığımın aslında
ben, yani “insan” olduğunu fark ettiğimi umuyorum. Emin olamıyorum, çünkü
buradan geçmişe bakınca ister istemez şimdiki algılama ve yorumlama biçimlerim
de işin içine giriyor, bugün ve geçmiş birbirine karışıyor. Bir sanat tarihçisi
şiirlerimi yıllar sonra bulur ve onları analiz ederse yaşamımın kilometre taşlarını
nasıl tanımlar diye ara sıra düşünürüm. Bu şiirimi ele alma çabam da o kapsamda
şekilleniyor. Belki de tarih boyunca insan düşüncesini şekillendiren yöntem,
aslında kendini arayışta gizli. Öznel olanı bir insanlığa mâl etmek isterken
karşılaştığı, yüz yüze olmasa da hakkında duydukları, okudukları, hatta
sezdikleriyle tanımaya çalıştığı diğer insanların karanlık yüzlerine verdiği
tepki, belki de kendisinde de aynısını bulabileceği endişesinden kaynaklanıyor.
Kendime dönmeyi bunca yüceltirken bunların farkında mıydım, yoksa yücelttiğim
Ben’in, dönüp durmalar olarak tanımladığım değişme sonunda varmaya değer bir öz
olmasını mı umuyordum, bilemiyorum. Şimdiki zamanda yorumumu böyle şekillendirdiğime
göre, adımlarım ikinci şık üzerinden gitmiş olmalı. Özü ararken çelişkiler,
umutlar, vazgeçişler, yeniden tutunuşlar, hüzünler ve içten sevinçler kaçınılmazdı.
Şiirlerimde yolun bu izlerini de görebiliyorum. Belli bir sırada olmasa da bazılarını
birbiriyle bağlantılı şekilde zihnimden, böylece de duygu tartısından, geçirmek
isterim.
Aslında
bir oyun sahnesinde, içgüdülerimiz, dürtülerimiz, içinde var olduğumuzu
hissettiğimiz ilişkilerimizin dengeleri, toplumun değerleri, yargıları ve
kurumları tarafından belirlenmiş bir senaryodaki rolümüzü oynuyoruz. İnsanı bir
oyuncu olarak tanımlamak bu anlamda doğru gelebilir. Kaderci bir bakış dışında,
oyun doğaçlama da olsa bu sahnede ortaya koyduğu her eylem ya da ortaya koyamadıkları,
karşısından gelen repliğe göre karar alma ve bunun içinde bazen de vaz
geçmeleri, bütün bu hazırlık ve ardından sergilediği performansı değerlendirmeyi
başkalarına bırakması bu metafora çok uyuyor gibi.
Oyun
Her
gece
Tek
bir kişi
Salonu
Hazırlar
Ve
her sabah
Aynı
kişi
Koşar
Perdeyi
açar
Sahneye
fırlar.
Akşamları
bazen
Alkış
toplar
Bazen
de
Suskun
Perdeyi
kapar.
İnsanı tanımlamak için zorunlu olmasa, yaşamı
hangi şekilde tanımladığımız belki de üzerinde durmaya değmezdi. Değil mi ki
konumuz insan ve biz onu anlamaya çalışıyoruz, o zaman yaşamda olup bitene karşı
tavır alışları üzerinde düşünmemizin yardımı olacaktır. Burada bir insanın yaşamı,
doğumdan ölüme dek geçen dönemden çok, duygudan köken alan eylemlerle ilişkilendirilmiş
görünmektedir. Öyle ki kavramı ele alan başka şiir olmasa ‘dar bir bakış’ yakıştırmasıyla
eleştirilebilirdi. Bu
durumda, kişisel saptamalara bir örnek olarak ele alınabilir.
Yaşam
kargaşası
Bitemez
bu karmaşa,
Umutları
tüketiş
Bitirdikçe
yeniden yeniden üretiş,
Her
sevgiye yöneliş,
Yitirdikçe
daha çok, daha da çok isteyiş,
Tepelerce
yükseliş,
Yükseldikçe
yeni tepe diye inleyiş.
Bitemez
bu kargaşa
Adına
yaşam dediğimiz.
İnsanı yaşamın dışında
düşünemiyoruz. Hatta tam içine yerleştiriyor olmalıyız. Ölüm bizi korkuttuğundan,
ölümden sonrasının belirsizliğine bazı inanışlar, açıklamalar ve hatta düşleyişler
ile karşı çıkmaya çalışıyoruz. Yaşarken türlü çelişki ve zorluk ile mücadele
vermek gerekse de aslında savaştığımızın kendimiz, bir insan, olduğunu belki
gözden kaçırıyoruz. Yaşamı bir kargaşa diye tanımlarken aslında içimizdeki
karmaşayı işaret ediyoruz. Umutların tükenmesinden yeniden üretme isteğiyle, düş
kırıklıklarının acısından yeni düşlere kucak açmakla, doyumsuzluğun baskısını
hedefleri büyütmenin yüceltilmesiyle aşmaya çalışıyor olabiliriz. Başka birçok
durum ve kavram için benzer savunmalar geliştirdiğimizi bilmek, bu gözle, aslında
bir dış gözle kendimizi, buradan hareketle de diğer insanları tarafsızca, belki
de tam olarak ondan taraf, değerlendirmemizi sağlayabilir.
Yaşamın anlamı
Çölde yaşayan iyi bilir;
Her vaha gerçek değildir.
Yine de koşulmazsa seraplara
O
yaşanan yaşam değildir.
Yaşama anlam
vermek, yaşamın anlamını aramak da insanlık tarihi kadar eski olsa gerek. Başlardaki
anlamlar yelpazesi günümüzün seçenekleri kadar geniş olmayabilir, diyeceğim;
ama daha söylemeden, henüz söylemeyi düşünme aşamasındayken kendime itiraz
ediyorum. Yaşamın anlamı nedir sorusuna verilecek yanıtlarda, geçmişe göre artmış
bir çeşitlilik olması, belki de bu zihnin yanılsamasıdır. Liste hâlinde uzasa
da, biz sistematik bir bakışla bunun içinden ana grupları seçebiliriz. Belki de
zaman içinde değişimin azaldığını, çeşitlenmenin deneyimlerin çeşitliliğine bağlı
olduğunu görebiliriz. Kendini gerçekleştirmek başlığı altında, her dönem ve her
insan farklı bir öncelik belirlemiş ve onun uğruna geleceğini kurmuş olabilir.
O anlamın bulunduğunu sanmak, bazen gerçekten bulmak, bazen de çeşitli
gerekçelerle arayışı dönüştürüp hedefe varmış olmanın huzurunu yaşamayı seçmek,
ama her koşulda ardından yeni anlam arayışlarıyla yaşamayı sürdürmek, bu şekilde
gerçek anlamda yaşamak… İnsanın yaşadığı döneme, topluma ve bireysel donanımına
göre nüanslarla da olsa insanlığa ait bir kavram gibi görünüyor. Elbette asıl
olanın, varmaktan çok aramak olduğunu bir bilinç olarak seçenler için
geçerli.
Düşünsel
süreçlerin sonunda çok zaman bir farkına varış ânı yaşanır. İnsanın içinden
bunu susmamacasına başka insanlara anlatmak gelir. Kendini tutmakta zorlanır.
Neden kendini tutması gerektiği de yine derinlerde kodlanmış bir sakınmadan
kaynaklıdır: “Başkaları benim hakkımda ne düşünür?” Ayrıca susmanın zorunluğunu
öyle büyük bir baskı olarak hisseder ki bu baskıdan kurtuluşunu gözler önünde
çağlamakta görür.
Susmak
Ağa takılmış uğur böceği
Uç uç; uçuramıyorum
Dudaklarım arası perdeli
Sesimi çıkaramıyorum
Neden bilmem; susuyorum
Çığlık çığlık atacağım
Biriktirdiğim ne varsa
Çığlığıma saracağım
Sessiz uyuyanı koynumda
Neden sanki; duruyorum.
Aynı duyguyla
kendine ket vuran insanların her biri farklı çıkış yolları bulur. Kimi bütünün
yararına olacak bir keşfi kendine saklayamayacağını, kimi narsistik yanıyla
bunu insanlara aktaracak kişinin kendi olduğunu kimi de anlatmanın en doğal
görünürlük yolu olduğunu düşündüğü için insanların karşısına geçip anlatır.
Anlatış şeklinin, anlattıklarının bir duygu, düşünce ya da davranış oluşunun
öneminden çok, gerçekte insanın kendini ortaya koyma cesaretini göstermek için
bir ikna süreci yaşaması gerekmektedir.
Çıplaklık
Çıplaklık ne tuhaf,
Utanırım.
Gözlere
perdeler çekerim.
Bir
tarafta onlar,
Arkada çıplak tenim...
Çıplaklık ne tuhaf,
Olmak
isterim.
Çekerim
perdeleri gözlerden.
Neyse
görünsün,
Ama
bir tek yüreğim...
Zihni bir cevher
olarak tanımlamak, bir yerde aklı kutsamaktır. Yerinde bir taltif… Akılla olup
biten kavranabilir. Duyuların ve duyguların biriktirdikleri akıl atölyesinde işlenir.
Tezgâhların törpüden keskiye türlü gereci barındırdığı bir atölyedir burası.
Bilimsel yöntemlerin çağlar boyunca ilerleyerek vardığı noktada her yeni bilgi,
bir nevi akıl süzgecinden sınanarak geçer ve bilgi evrenindeki yerini alır.
Augustinus’un Platon’dan öğrendiği gibi öğrenmek anımsamaksa, bu bilgi hem
dünyanın hem de insanın tabula rasa’sına
yazılır ve kolektif bilinçte, insan hafızasının derinlerinde yerini alır. Ta ki
gerek duyulup o dehlizlerden yüzeye çıkma zamanı gelene dek… Sonra da yeniden
unutulacaktır; günahların kefaretini ödeyip de öte dünyaya unutmanın arındıran
hafifliğiyle geçebilmek için suyu içilen Lethe ırmağına gerek bile
kalmadan. İnsan “animal obliviscens” olduğundan…
Gülüşüne Bahar
Bir güvercin gülüşün kaldı
Korkarım o da uçup gidecek
O, kırlangıçlarca göçmen
Kelebeklerce
uçarı sevgin gibi
Ve
ben
Gözüm
göç yollarında
Gözüm
baharda
Uçup
gelmeni bekleyeceğim.
Unutmak
ya da unutmamak
Unut,
demeyin bana
Unutulur
elbette
Yaşat,
deyin ne olur
Sevginin
tadı emekte
Aklın zıddı gibi
görülse de aslında insan için birbirini dengeleyen iki kutup gibi görmekte
yarar olabilecek duygu da insana dairdir. Her duygu, çelişkisiyle gelir kurulur
bu dengenin kefelerinden birine. Aklın çelindiğinin söylenmesi de belki o iki
uç arasında gidiş gelişin gerilimi ve sonunda ağır basan tarafın, bulunulan bağlamla
ilişkisidir. Bilimsel akla duygu karışmamalı diye diretenler, merak, inat,
inanç, heyecan, kuşku, sabır gibi duygulardan habersiz olabilirler mi? Akıl
yürütmenin her aşamasında ipleri eline geçiren bir başka duygu olabileceğini
deneyimlememiş kimse var mıdır? Aklı güzel sözlerle taçlandırırken duyguları
görmezden gelmek ancak, o duyguların, düşüncelere ve ardından tutumlara dönüştüğünü
bilmemekten kaynaklanabilir.
Çelişki
Zordur gitmek,
Gidebilmek...
Tutkulara karşın
Bağlarına inat
Gidebilene aşk olsun.
Kalmak da zor,
Kalabilmek...
Çağrılara inat
Düşlerine
karşın
Kalabilene
aşk olsun.
Hepsi, bir parça
huzur için… Çelişkilerden arınmanın, huzurla bir bağlantısı olmalı. İnsanı en
çok korku ve arzu duygularının yönlendirdiği söylense de iki uçta sayılabilecek
bu duyguların sakınma ve yönelme etkisi dışında dingin yaşama, mutlu yaşam
hayaline katkısının olduğunu söylemek güç. “Huzur” varsa, arzulara erişmiş
olmayı, korku ve kaygıların yersiz çıkıp ortadan kalktığını, başarı olarak tanımlananın
elde edildiğini, sağlığın yaşamı sürdürmeyi sağlayacak düzeyde olduğunu,
bireysel farklılıklarla yaşamdan beklenti neyse onun gerçekleştiğini düşünürüz.
Yaşam için tek bir dilek şansı verilse, belki de huzur en kapsayıcı yanıt
olacaktır. Sıralanan gereklilikler sağlanmasa bile, o kişi tarafından bu sorun
edilmedikçe iç huzuru hissedilebilir. Bütün duyguları ele verir insan. Bir bakış,
bir bakamayış, bir gülüş, bir gülemeyiş ve daha birçok sözsüz ifadeyle.
Huzur
Gözlerin
yumulmasında mı
Dudak
kenarlarındaki
kendini
bırakışta mı huzur
Çatılmayan
kaşlarda
Kıvrılmayan
alt dudakta mı
Gülen
gözbebeklerini
görmeden
Sesteki
yumuşaklığı
duymadan
Anlaşılabilir
mi
içteki
huzur
Gelelim, insanın
sözlü ifadelerine. İnsan, anlatır ve dinler. Üzerinde düşünür. Kimi zaman
söyledikleri asıl kastettiği olmadığı için, bunun karşısındaki insan için de
geçerli olabileceğini kendinden bilir. Yine de hem anlatır hem dinler. Satır
araları ve söylenmeyenler dâhil… Ancak bu beceriyi geliştirebilenler gerçek
anlamda “anlar”. Yani kavrar ve anlamlandırır.
Alış
veriş
Dinle
beni,
Bulursun
bir bilmediğini.
Konuş
benimle
Bulurum
bir bilmediğimi.
Bir yandan da her şeyi
söylemek zorunda olmadığını düşünür. Ağzından çıkanların dalga dalga yayılmasını,
bir etkisinin olmasını, dinleyen üzerinde etkisi olmasını, bir şeyleri dönüştürmesini
ister. Sürecin en sonunda da sustuklarının etkisini görmek için heyecanla
bekler. Bunları yaparken bir kendini beğenmişlik de hissedilir. En kilit açıcı
sözlerin, en sihirli anlatıların kendinde olduğunu düşünür. Özgüveni de satır
aralarına gizlemesi, onu fark edecek kimse olacak mı sorusunun cazibesindendir.
Belki de böyle bir şey yoktur; üstelik anlattıklarımız karşımızdakinin anladığı
kadarsa boşuna kürek çekiyor bile olabiliriz. O zaman art arda söz dizmenin
keyfinden başkası yalandır.
Deniz
Ben deniz diyeceğim
Dalgaları duyacaksın.
Dalga dediğimde
Köpüklere boğulacaksın.
Köpük demeyeceğim ama
Kucaklaştığı kıyı olacaksın.
Artık ben susacağım
Sense denizi sayıklayacaksın.
İnsan, anlaşılmayı
ister. Benzerinin olduğunu bilmek, ona yüreğini açarken o yürekte de yankı
arar. Arayış, sonuca varmanın ötesinde de bir tutku olabilir. Neyi aradığını bilmemenin
telaşa düşüren belirsizliğine karşın;
aradığını bulmaya yarayacak sezgilerin, denemelerin, hatta yöntemlerin
peşindedir. Zaman zaman umutsuzluğa kapılsa da duramayacağını bilir. Ancak
tamamlanarak bir olacaktır. Bir olmak çeşitlenmektir. Cennetten kovulma pahasına
da olsa bunu ister insan. Onu tamamlayacak olanın vaadi bir yangın olsa da o kıvılcıma
hazır bekler.
Çakmaktaşı
Bir yığın taş arasındayım,
aranıyorum.
Elimde bir büyüteç,
küçükleri büyütmeyen.
Yüz kere parlayıp sönmüş
bir yürekle
yangın avındayım,
avlanacağım.
Taşların yaptığı bir yığındayım,
yığılmaktayım.
Kıvılcım bulsa harlatacak
bir yürek taşıyorum.
Nerde çakmaktaşım?
Mitolojik anlatılar,
efsaneler, masallar ve metaforlar ilgisini çeker. Kendi içinde olup biteni
anlamaya çalışırken yalnız olmadığını ya da başına gelenlerin büyük anlatılarla
karşılaştırıldığında ancak detay olabileceğini görmek onu rahatlatır. Gazap kuşunun
ömrü boyunca ancak bir kez güzel öttüğünü, bunun da göğsünü ardıç ağacının
dikeniyle buluşturduğu an olduğunu öğrendiğinde böyle bir kavuşma düşlemeye başlar.
Ölmenin biyolojik olandan farklı, yeniden doğmaya kapı olan bir şekli de olduğunu
hisseder. Ölümden korkusunu, türlü ölüm güzellemeleriyle yenmeye çalışmaktan başka
bir amacı yoktur bu söylediklerinin. Belki de vardır; insan bu belli mi olur?
Ardıç ağacı
Ardıç ağacına rastlayacağım.
Tanıyacak beni düşlerinden,
Gölgesinde gördüğün.
Sensin, diyecek,
Sendin düşlerinin tek gerçeği.
Tanıştığınızı anlayacağım.
Bir dikenini uzatacak sonra,
Göğsüme doğru.
Gazap kuşlarınca güzelleş, diyecek,
Bir kez olsun.
Düşünmeden sarılacağım ardıca,
Ucunda sen varsın.
Kanım karışacak düşlerine,
Hiç olmadığınca güzelleşecek
Gülüşüm.
Bir de bakmışım ki
Ölmüşüm...
Ölmekten başka,
bir de mutsuzluktan korkar. Bu duygunun dışa yansıması olan ağlamaktan… Ona da
bir kılıf uydurması gerektiğinde yardımına mit yaratmak gelir. Var olan
mitlerde bulamadığını kendi ifadeleriyle dile getirir. İçten içe bu anlatının
da söylene söylene anonimleşeceğini, dilden dile dolaşırken başka insanların
üzüntüsüne de iyi geleceğini umar. Bunun sandığı kadar kolay olmadığını da
içten içe bilmesine karşın…
Gözyaşı miti
Bir genç kız yaşıyordu çölde.
Dev gibi bir yüreği vardı,
Kendisi de yüreği kadardı.
Korkuyordu ağlamaktan,
Ağlamayı mutsuzluk sayardı.
Bir gün fark ediverdi
Sevinçli değildi
Hüzünlü hiç değil.
Yanaklarından süzülen,
Sevmekle akan yaşlardı.
Savurdu her bir damlayı
Kumlar arasına.
Sevginin yeşermesi deyimi
İşte o zamanlardan kaldı.
Düşündü kendi kendine
Bilseydi çok önceden
Ağlardı...
Bir de insanlığın
kadim anlatıları vardır. Gerçek mitolojik anlatılar. Yüzyılların süzgecinden
geçip yanı başına gelebilmiş mitler. Örneğin, bir zamanlar dinlediği, üzerinden
o kadar zaman geçtiği halde hafızasının derinlerine gitmeyi reddedip bir başka şekilde,
etkilediği o insanın sözcükleriyle yazılmak için ısrarla bekleyen bir mit: Dağların
miti.
Dağların miti
Bir zamanlar dağların da,
En yücesinin bile
Kanatları vardı:
Beyaz ve yüze.
Ne zaman isteseler
Uçarlardı gökyüzüne.
Uçmak sonsuz coşkuydu,
Yaşam sevinciydi
Ulu doruklara.
O zamanlar insanlar da,
En özgürü bile
Dağlara özenirdi;
Özenti ve
Üzüntü bağlı olmaktan doğan.
Dağlara çıtlattı bir gün insan,
Her ayrılışta toprağın çektiğini,
Her kopuşun sızısını.
Dağlar inanmak istemedi,
Toprak asırlık suskunluğunu korudu.
Sonraki ilk uçuşta,
Dağlardan biri gördü
Ayrıldığı yerdeki kanlı gözyaşını.
Uçamadı bir daha;
Acı vermektense kar bağladı doruklar
Ve her bahar, uçma zamanı
Pınar oldu, çağladı toprağa.
Dağların kovduğu kanatlar
Şimdilerde
Yön çizmiştir doruklara.
Gider gider de beyaz bulutlar,
Döner dönerler de çevresinde
Dağlar kabul etmez uçmayı.
Artık insanlar özenmezler dağlara.
Dillerinde dağların yalnızlığı,
Doğrusu
Dağlar kendilerine yakıştırır yalnızlığı.
Kim anlasın özveriyi?
Bu duygular arasında
savrulan insan, er geç yaşamın daha gerçek, daha evrensel acılarına yönelir.
Kendini tanıma serüveninin bir sonraki adımıdır bu. Ona benzemeyenlere bakar,
tanımaya ve anlamaya çalışır. Aslında bunları yaparken de tanımaya başladığı
kendidir. Başka yönlerden, ama aynı öze yönelmektedir. İnsanın sosyal bir varlık
olmasından kaynaklı bir bilinç düzeyinde, acı da hissetse insan olduğunun daha
çok farkına vardığını gördüğü için geri adım atmaz. Üzerine gider.
Savaşa çığlık
Savaş çek ellerini üzerimden
Yoksa bağıracağım...
Sen bir yerlerde kirletirken
Çocuk oyunlarını,
Sevdalı bulutları,
Yok ederken
Çelikle çomaklarını,
Acıyla umutlarını
Ben artık uyuyamıyorum..
Gözümden gitmeyen fotoğrafta
Babasını siper almış çocuk
Biliyor mudur başına gelecekleri?
Babasından yansıyan sarsıntılarla
O tir tir titriyorken
Sonra da cansız bedeni soğurken
Ben artık ısınamıyorum...
Çek git yeryüzünden savaş
Yoksa çıldıracağım...
Görebilmek
İnsanlar ekmek kavgasındaymış
Açlıkmış güçlerinin kaynağı
İsteyip de elde etmek
Düşten öte, büyük lüksmüş
Ter dökmekle
Demir dövmekle
Kadere sövmekle
Geçiyormuş günleri
Peki sen bunca zaman
Nasıl uyumuşsun?
Ah, küçük burjuva
Yanlış yöne koşmuşsun.
Bu aşamada bile
mitlerin yeri vardır. Dönüp içine baktığında yaşamdan aldığı dersleri böylesi
bir anlatıya sararak sunmasının etkiyi artıracağını düşünür. Şimdiye dek onu
beslediğini gördüğü anlatıları başka insanların da dikkatini çekmek için
kullanmak bir sorumluluk duygusu olarak omuzlarına çökmüştür. Taşımak için
aktarır.
Anka Kuşu
Bir Anka kuşu gördüm,
Çırpınma yeter, dedim,
Kıvılcım var kanadında.
Döndü bana,
Konuşma sus, dedi,
Daha fazla rezil olma.
Kül olmanın bedeli
Yangınlar başlatmaktır,
Başlattığın yangınla
Sonsuza dek yanmaktır.
Bir Anka kuşu gördüm,
Doğurma sakın, dedim,
Sonun olur yumurta.
Kulağına küpe olsun, dedi,
Kül ol ama yok olma.
Kül olmanın ödülü
Bir eser bırakmaktır,
Bıraktığın eserle
Sonsuza dek var olmaktır.
Kendini ve yaşamı
olduğu gibi kabul edebilmek gelinen noktada içe sinen, olması gereken ve öze
inmiş gibi görünmektedir. Ancak “gelinen noktada” ifadesinin buradaki kilit kısmı
oluşturduğu akılda tutulmalıdır. Daha gidecek yok olduğu sürece, kendini tanıma,
anlama ve anlatma uğraşı sürecektir. Üzerine derinlikli düşünerek ve üslubunca…
İnsanca
Su kristali bir yanım
Bir yanım demir
Bazen tüy kadar hafifim
Bazen o bile değil
Gülerken gözlerimin içi
Hüzünle kıvrılır dudaklarım
Başlarken son bulabilir
Hem umudum hem kaygım
Anlaşılmaz gelmesin
Ne de olsa insanım…
Yorumlar
“Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.
Hiçbir şey! Kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek, biliyorum
Kimse bir gün kimseyi sevmeyecek korkuyorum
Bir yaşlı kadın en erkek boyutunda
Kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
Bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda
Vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
Ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
Üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu hiç bilmiyoruz
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
Tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
Böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
Sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
Ve doyduk ve içtik, ayıldık bir anlamda
Ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
Kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
Yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
Ne ölmek, ne ansımak! Sadece yaşamakla
Tam öyle gibi. Demeyin: eh, biraz yorulsak da
Demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda
Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz bilmiyoruz ya
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla.” DEDİĞİ GİBİ…
BİZ TAM PUAN VERDİK…
:) :) :)