İNSAN NEDİR?



“Düşünce ve üslup” yüksek lisans dersinin ödevini düşünürken aklımdan dersin doğasına en uygun şekilde bu ödevi yapmak konusunda türlü olasılık geçti. İnsan’ı dinlediğimiz dersler ve o bağlamda okuduğumuz yazılar boyunca aklımdan geçenler belleğimde bir bir filiz verdi, benden onu seçmemi ısrarla istedi. Öte yandan insana ilişkin pek çok konuya bakışımın bunca yıldır aşamalardan geçerek, hem düşüncemde hem de anlatı ve yazı üslubumda şekillendiğini fark etmemi sağladı. Augustinus’un hafızasının dehlizlerinde gezinirken keşfettikleri de bu sürece katkı sunmuş olmalı. Edebiyatı, hele de son derece öznel şekilde yalnızca bana ait şiirleri, kullanarak bir ödev yazma cesaretini başka türlü bulamazdım. Onun ruhu, duyuları ve ardından kendisine ulaşan yolcuğu, geçmişini bugün değerlendirirken geleceği de şekillendiriyor olabileceğinin keşfiyle heyecanlanışını bütün zerrelerimde hissedebiliyorum. İnsan dediğimiz, bizden ayrı bir varlık değil ki onu anlatmak için kendi lûgatımızdan, içimize bakarak bulduğumuz duygu ve düşüncelerin sözel ifadelerinden yaralanmak anlamsız olsun. İnsan üzerine düşünmek, yaşamdaki insanı algılamak, anlamak ve tanımak için yollar aramak aslında özümüzü aramak için bir kılıf olmalı. Antik çağlardan beri felsefenin yaptığı, sözlü kültür ve mitolojik anlatılar dâhil edebiyatın peşinde olduğu da bu öz değil midir?


Buluşma

En sonunda
dönmeyeceksem
kendime
bu dönüp durma
niye?

Bu şiirim çok eski yıllara tarihleniyor. Oldukça genç yaşlarımda, döne dolana aradığımın aslında ben, yani “insan” olduğunu fark ettiğimi umuyorum. Emin olamıyorum, çünkü buradan geçmişe bakınca ister istemez şimdiki algılama ve yorumlama biçimlerim de işin içine giriyor, bugün ve geçmiş birbirine karışıyor. Bir sanat tarihçisi şiirlerimi yıllar sonra bulur ve onları analiz ederse yaşamımın kilometre taşlarını nasıl tanımlar diye ara sıra düşünürüm. Bu şiirimi ele alma çabam da o kapsamda şekilleniyor. Belki de tarih boyunca insan düşüncesini şekillendiren yöntem, aslında kendini arayışta gizli. Öznel olanı bir insanlığa mâl etmek isterken karşılaştığı, yüz yüze olmasa da hakkında duydukları, okudukları, hatta sezdikleriyle tanımaya çalıştığı diğer insanların karanlık yüzlerine verdiği tepki, belki de kendisinde de aynısını bulabileceği endişesinden kaynaklanıyor. Kendime dönmeyi bunca yüceltirken bunların farkında mıydım, yoksa yücelttiğim Ben’in, dönüp durmalar olarak tanımladığım değişme sonunda varmaya değer bir öz olmasını mı umuyordum, bilemiyorum. Şimdiki zamanda yorumumu böyle şekillendirdiğime göre, adımlarım ikinci şık üzerinden gitmiş olmalı. Özü ararken çelişkiler, umutlar, vazgeçişler, yeniden tutunuşlar, hüzünler ve içten sevinçler kaçınılmazdı. Şiirlerimde yolun bu izlerini de görebiliyorum. Belli bir sırada olmasa da bazılarını birbiriyle bağlantılı şekilde zihnimden, böylece de duygu tartısından, geçirmek isterim.
            Aslında bir oyun sahnesinde, içgüdülerimiz, dürtülerimiz, içinde var olduğumuzu hissettiğimiz ilişkilerimizin dengeleri, toplumun değerleri, yargıları ve kurumları tarafından belirlenmiş bir senaryodaki rolümüzü oynuyoruz. İnsanı bir oyuncu olarak tanımlamak bu anlamda doğru gelebilir. Kaderci bir bakış dışında, oyun doğaçlama da olsa bu sahnede ortaya koyduğu her eylem ya da ortaya koyamadıkları, karşısından gelen repliğe göre karar alma ve bunun içinde bazen de vaz geçmeleri, bütün bu hazırlık ve ardından sergilediği performansı değerlendirmeyi başkalarına bırakması bu metafora çok uyuyor gibi.

Oyun

Her gece
Tek bir kişi
Salonu
Hazırlar
Ve her sabah
Aynı kişi
Koşar
Perdeyi açar
Sahneye fırlar.
Akşamları bazen
Alkış toplar
Bazen de
Suskun
Perdeyi kapar.

İnsanı tanımlamak için zorunlu olmasa, yaşamı hangi şekilde tanımladığımız belki de üzerinde durmaya değmezdi. Değil mi ki konumuz insan ve biz onu anlamaya çalışıyoruz, o zaman yaşamda olup bitene karşı tavır alışları üzerinde düşünmemizin yardımı olacaktır. Burada bir insanın yaşamı, doğumdan ölüme dek geçen dönemden çok, duygudan köken alan eylemlerle ilişkilendirilmiş görünmektedir. Öyle ki kavramı ele alan başka şiir olmasa ‘dar bir bakış’ yakıştırmasıyla eleştirilebilirdi. Bu durumda, kişisel saptamalara bir örnek olarak ele alınabilir.

Yaşam kargaşası

Bitemez bu karmaşa,

Umutları tüketiş
Bitirdikçe yeniden yeniden üretiş,

Her sevgiye yöneliş,
Yitirdikçe daha çok, daha da çok isteyiş,

Tepelerce yükseliş,
Yükseldikçe yeni tepe diye inleyiş.

Bitemez bu kargaşa
Adına yaşam dediğimiz.

İnsanı yaşamın dışında düşünemiyoruz. Hatta tam içine yerleştiriyor olmalıyız. Ölüm bizi korkuttuğundan, ölümden sonrasının belirsizliğine bazı inanışlar, açıklamalar ve hatta düşleyişler ile karşı çıkmaya çalışıyoruz. Yaşarken türlü çelişki ve zorluk ile mücadele vermek gerekse de aslında savaştığımızın kendimiz, bir insan, olduğunu belki gözden kaçırıyoruz. Yaşamı bir kargaşa diye tanımlarken aslında içimizdeki karmaşayı işaret ediyoruz. Umutların tükenmesinden yeniden üretme isteğiyle, düş kırıklıklarının acısından yeni düşlere kucak açmakla, doyumsuzluğun baskısını hedefleri büyütmenin yüceltilmesiyle aşmaya çalışıyor olabiliriz. Başka birçok durum ve kavram için benzer savunmalar geliştirdiğimizi bilmek, bu gözle, aslında bir dış gözle kendimizi, buradan hareketle de diğer insanları tarafsızca, belki de tam olarak ondan taraf, değerlendirmemizi sağlayabilir.

Yaşamın anlamı

Çölde yaşayan iyi bilir;
Her vaha gerçek değildir.
Yine de koşulmazsa seraplara
O yaşanan yaşam değildir.


Yaşama anlam vermek, yaşamın anlamını aramak da insanlık tarihi kadar eski olsa gerek. Başlardaki anlamlar yelpazesi günümüzün seçenekleri kadar geniş olmayabilir, diyeceğim; ama daha söylemeden, henüz söylemeyi düşünme aşamasındayken kendime itiraz ediyorum. Yaşamın anlamı nedir sorusuna verilecek yanıtlarda, geçmişe göre artmış bir çeşitlilik olması, belki de bu zihnin yanılsamasıdır. Liste hâlinde uzasa da, biz sistematik bir bakışla bunun içinden ana grupları seçebiliriz. Belki de zaman içinde değişimin azaldığını, çeşitlenmenin deneyimlerin çeşitliliğine bağlı olduğunu görebiliriz. Kendini gerçekleştirmek başlığı altında, her dönem ve her insan farklı bir öncelik belirlemiş ve onun uğruna geleceğini kurmuş olabilir. O anlamın bulunduğunu sanmak, bazen gerçekten bulmak, bazen de çeşitli gerekçelerle arayışı dönüştürüp hedefe varmış olmanın huzurunu yaşamayı seçmek, ama her koşulda ardından yeni anlam arayışlarıyla yaşamayı sürdürmek, bu şekilde gerçek anlamda yaşamak… İnsanın yaşadığı döneme, topluma ve bireysel donanımına göre nüanslarla da olsa insanlığa ait bir kavram gibi görünüyor. Elbette asıl olanın, varmaktan çok aramak olduğunu bir bilinç olarak seçenler için geçerli. 
            Düşünsel süreçlerin sonunda çok zaman bir farkına varış ânı yaşanır. İnsanın içinden bunu susmamacasına başka insanlara anlatmak gelir. Kendini tutmakta zorlanır. Neden kendini tutması gerektiği de yine derinlerde kodlanmış bir sakınmadan kaynaklıdır: “Başkaları benim hakkımda ne düşünür?” Ayrıca susmanın zorunluğunu öyle büyük bir baskı olarak hisseder ki bu baskıdan kurtuluşunu gözler önünde çağlamakta görür. 

Susmak

Ağa takılmış uğur böceği
Uç uç; uçuramıyorum
Dudaklarım arası perdeli
Sesimi çıkaramıyorum

Neden bilmem; susuyorum

Çığlık çığlık atacağım
Biriktirdiğim ne varsa
Çığlığıma saracağım
Sessiz uyuyanı koynumda

Neden sanki; duruyorum.

Aynı duyguyla kendine ket vuran insanların her biri farklı çıkış yolları bulur. Kimi bütünün yararına olacak bir keşfi kendine saklayamayacağını, kimi narsistik yanıyla bunu insanlara aktaracak kişinin kendi olduğunu kimi de anlatmanın en doğal görünürlük yolu olduğunu düşündüğü için insanların karşısına geçip anlatır. Anlatış şeklinin, anlattıklarının bir duygu, düşünce ya da davranış oluşunun öneminden çok, gerçekte insanın kendini ortaya koyma cesaretini göstermek için bir ikna süreci yaşaması gerekmektedir.

Çıplaklık

Çıplaklık ne tuhaf,
Utanırım.
Gözlere perdeler çekerim.
Bir tarafta onlar,
Arkada çıplak tenim...

Çıplaklık ne tuhaf,
Olmak isterim.
Çekerim perdeleri gözlerden.
Neyse görünsün,
Ama bir tek yüreğim...

Zihni bir cevher olarak tanımlamak, bir yerde aklı kutsamaktır. Yerinde bir taltif… Akılla olup biten kavranabilir. Duyuların ve duyguların biriktirdikleri akıl atölyesinde işlenir. Tezgâhların törpüden keskiye türlü gereci barındırdığı bir atölyedir burası. Bilimsel yöntemlerin çağlar boyunca ilerleyerek vardığı noktada her yeni bilgi, bir nevi akıl süzgecinden sınanarak geçer ve bilgi evrenindeki yerini alır. Augustinus’un Platon’dan öğrendiği gibi öğrenmek anımsamaksa, bu bilgi hem dünyanın hem de insanın tabula rasa’sına yazılır ve kolektif bilinçte, insan hafızasının derinlerinde yerini alır. Ta ki gerek duyulup o dehlizlerden yüzeye çıkma zamanı gelene dek… Sonra da yeniden unutulacaktır; günahların kefaretini ödeyip de öte dünyaya unutmanın arındıran hafifliğiyle geçebilmek için suyu içilen Lethe ırmağına gerek bile kalmadan. İnsan “animal obliviscens” olduğundan…

Gülüşüne Bahar

Bir güvercin gülüşün kaldı
Korkarım o da uçup gidecek
O, kırlangıçlarca göçmen
Kelebeklerce uçarı sevgin gibi

Ve ben
Gözüm göç yollarında
Gözüm baharda
Uçup gelmeni bekleyeceğim.


Unutmak ya da unutmamak

Unut, demeyin bana
Unutulur elbette
Yaşat, deyin ne olur
Sevginin tadı emekte

Aklın zıddı gibi görülse de aslında insan için birbirini dengeleyen iki kutup gibi görmekte yarar olabilecek duygu da insana dairdir. Her duygu, çelişkisiyle gelir kurulur bu dengenin kefelerinden birine. Aklın çelindiğinin söylenmesi de belki o iki uç arasında gidiş gelişin gerilimi ve sonunda ağır basan tarafın, bulunulan bağlamla ilişkisidir. Bilimsel akla duygu karışmamalı diye diretenler, merak, inat, inanç, heyecan, kuşku, sabır gibi duygulardan habersiz olabilirler mi? Akıl yürütmenin her aşamasında ipleri eline geçiren bir başka duygu olabileceğini deneyimlememiş kimse var mıdır? Aklı güzel sözlerle taçlandırırken duyguları görmezden gelmek ancak, o duyguların, düşüncelere ve ardından tutumlara dönüştüğünü bilmemekten kaynaklanabilir. 

Çelişki

Zordur gitmek,
Gidebilmek...
Tutkulara karşın
Bağlarına inat
Gidebilene aşk olsun.

Kalmak da zor,
Kalabilmek...
Çağrılara inat
Düşlerine karşın
Kalabilene aşk olsun.


Hepsi, bir parça huzur için… Çelişkilerden arınmanın, huzurla bir bağlantısı olmalı. İnsanı en çok korku ve arzu duygularının yönlendirdiği söylense de iki uçta sayılabilecek bu duyguların sakınma ve yönelme etkisi dışında dingin yaşama, mutlu yaşam hayaline katkısının olduğunu söylemek güç. “Huzur” varsa, arzulara erişmiş olmayı, korku ve kaygıların yersiz çıkıp ortadan kalktığını, başarı olarak tanımlananın elde edildiğini, sağlığın yaşamı sürdürmeyi sağlayacak düzeyde olduğunu, bireysel farklılıklarla yaşamdan beklenti neyse onun gerçekleştiğini düşünürüz. Yaşam için tek bir dilek şansı verilse, belki de huzur en kapsayıcı yanıt olacaktır. Sıralanan gereklilikler sağlanmasa bile, o kişi tarafından bu sorun edilmedikçe iç huzuru hissedilebilir. Bütün duyguları ele verir insan. Bir bakış, bir bakamayış, bir gülüş, bir gülemeyiş ve daha birçok sözsüz ifadeyle.



Huzur

Gözlerin yumulmasında mı
Dudak kenarlarındaki
kendini bırakışta mı huzur

Çatılmayan kaşlarda
Kıvrılmayan alt dudakta mı

Gülen gözbebeklerini
görmeden
Sesteki yumuşaklığı
duymadan
Anlaşılabilir mi
içteki huzur


Gelelim, insanın sözlü ifadelerine. İnsan, anlatır ve dinler. Üzerinde düşünür. Kimi zaman söyledikleri asıl kastettiği olmadığı için, bunun karşısındaki insan için de geçerli olabileceğini kendinden bilir. Yine de hem anlatır hem dinler. Satır araları ve söylenmeyenler dâhil… Ancak bu beceriyi geliştirebilenler gerçek anlamda “anlar”. Yani kavrar ve anlamlandırır.

Alış veriş

Dinle beni,
Bulursun bir bilmediğini.

Konuş benimle
Bulurum bir bilmediğimi.

Bir yandan da her şeyi söylemek zorunda olmadığını düşünür. Ağzından çıkanların dalga dalga yayılmasını, bir etkisinin olmasını, dinleyen üzerinde etkisi olmasını, bir şeyleri dönüştürmesini ister. Sürecin en sonunda da sustuklarının etkisini görmek için heyecanla bekler. Bunları yaparken bir kendini beğenmişlik de hissedilir. En kilit açıcı sözlerin, en sihirli anlatıların kendinde olduğunu düşünür. Özgüveni de satır aralarına gizlemesi, onu fark edecek kimse olacak mı sorusunun cazibesindendir. Belki de böyle bir şey yoktur; üstelik anlattıklarımız karşımızdakinin anladığı kadarsa boşuna kürek çekiyor bile olabiliriz. O zaman art arda söz dizmenin keyfinden başkası yalandır.

Deniz

Ben deniz diyeceğim
Dalgaları duyacaksın.
Dalga dediğimde
Köpüklere boğulacaksın.
Köpük demeyeceğim ama
Kucaklaştığı kıyı olacaksın.
Artık ben susacağım
Sense denizi sayıklayacaksın.



İnsan, anlaşılmayı ister. Benzerinin olduğunu bilmek, ona yüreğini açarken o yürekte de yankı arar. Arayış, sonuca varmanın ötesinde de bir tutku olabilir. Neyi aradığını bilmemenin telaşa düşüren belirsizliğine karşın;  aradığını bulmaya yarayacak sezgilerin, denemelerin, hatta yöntemlerin peşindedir. Zaman zaman umutsuzluğa kapılsa da duramayacağını bilir. Ancak tamamlanarak bir olacaktır. Bir olmak çeşitlenmektir. Cennetten kovulma pahasına da olsa bunu ister insan. Onu tamamlayacak olanın vaadi bir yangın olsa da o kıvılcıma hazır bekler.





Çakmaktaşı

Bir yığın taş arasındayım,
aranıyorum.

Elimde bir büyüteç,
küçükleri büyütmeyen.

Yüz kere parlayıp sönmüş
bir yürekle
yangın avındayım,
avlanacağım.

Taşların yaptığı bir yığındayım,
yığılmaktayım.

Kıvılcım bulsa harlatacak
bir yürek taşıyorum.

Nerde çakmaktaşım?

Mitolojik anlatılar, efsaneler, masallar ve metaforlar ilgisini çeker. Kendi içinde olup biteni anlamaya çalışırken yalnız olmadığını ya da başına gelenlerin büyük anlatılarla karşılaştırıldığında ancak detay olabileceğini görmek onu rahatlatır. Gazap kuşunun ömrü boyunca ancak bir kez güzel öttüğünü, bunun da göğsünü ardıç ağacının dikeniyle buluşturduğu an olduğunu öğrendiğinde böyle bir kavuşma düşlemeye başlar. Ölmenin biyolojik olandan farklı, yeniden doğmaya kapı olan bir şekli de olduğunu hisseder. Ölümden korkusunu, türlü ölüm güzellemeleriyle yenmeye çalışmaktan başka bir amacı yoktur bu söylediklerinin. Belki de vardır; insan bu belli mi olur?




Ardıç ağacı

Ardıç ağacına rastlayacağım.
Tanıyacak beni düşlerinden,
Gölgesinde gördüğün.

Sensin, diyecek,
Sendin düşlerinin tek gerçeği.
Tanıştığınızı anlayacağım.
Bir dikenini uzatacak sonra,
Göğsüme doğru.
Gazap kuşlarınca güzelleş, diyecek,
Bir kez olsun.

Düşünmeden sarılacağım ardıca,
Ucunda sen varsın.

Kanım karışacak düşlerine,
Hiç olmadığınca güzelleşecek
Gülüşüm.

Bir de bakmışım ki
Ölmüşüm...

Ölmekten başka, bir de mutsuzluktan korkar. Bu duygunun dışa yansıması olan ağlamaktan… Ona da bir kılıf uydurması gerektiğinde yardımına mit yaratmak gelir. Var olan mitlerde bulamadığını kendi ifadeleriyle dile getirir. İçten içe bu anlatının da söylene söylene anonimleşeceğini, dilden dile dolaşırken başka insanların üzüntüsüne de iyi geleceğini umar. Bunun sandığı kadar kolay olmadığını da içten içe bilmesine karşın…




Gözyaşı miti

Bir genç kız yaşıyordu çölde.
Dev gibi bir yüreği vardı,
Kendisi de yüreği kadardı.
Korkuyordu ağlamaktan,
Ağlamayı mutsuzluk sayardı.

Bir gün fark ediverdi
Sevinçli değildi
Hüzünlü hiç değil.
Yanaklarından süzülen,
Sevmekle akan yaşlardı.
Savurdu her bir damlayı
Kumlar arasına.
Sevginin yeşermesi deyimi
İşte o zamanlardan kaldı.

Düşündü kendi kendine
Bilseydi çok önceden
Ağlardı...


Bir de insanlığın kadim anlatıları vardır. Gerçek mitolojik anlatılar. Yüzyılların süzgecinden geçip yanı başına gelebilmiş mitler. Örneğin, bir zamanlar dinlediği, üzerinden o kadar zaman geçtiği halde hafızasının derinlerine gitmeyi reddedip bir başka şekilde, etkilediği o insanın sözcükleriyle yazılmak için ısrarla bekleyen bir mit: Dağların miti.




Dağların miti

Bir zamanlar dağların da,
En yücesinin bile
Kanatları vardı:
Beyaz ve yüze.
Ne zaman isteseler
Uçarlardı gökyüzüne.

Uçmak sonsuz coşkuydu,
Yaşam sevinciydi
Ulu doruklara.

O zamanlar insanlar da,
En özgürü bile
Dağlara özenirdi;
Özenti ve
Üzüntü bağlı olmaktan doğan.

Dağlara çıtlattı bir gün insan,
Her ayrılışta toprağın çektiğini,
Her kopuşun sızısını.
Dağlar inanmak istemedi,
Toprak asırlık suskunluğunu korudu.
Sonraki ilk uçuşta,
Dağlardan biri gördü
Ayrıldığı yerdeki kanlı gözyaşını.
Uçamadı bir daha;
Acı vermektense kar bağladı doruklar
Ve her bahar, uçma zamanı
Pınar oldu, çağladı toprağa.

Dağların kovduğu kanatlar
Şimdilerde
Yön çizmiştir doruklara.
Gider gider de beyaz bulutlar,
Döner dönerler de çevresinde
Dağlar kabul etmez uçmayı.

Artık insanlar özenmezler dağlara.
Dillerinde dağların yalnızlığı,
Doğrusu
Dağlar kendilerine yakıştırır yalnızlığı.

Kim anlasın özveriyi?


Bu duygular arasında savrulan insan, er geç yaşamın daha gerçek, daha evrensel acılarına yönelir. Kendini tanıma serüveninin bir sonraki adımıdır bu. Ona benzemeyenlere bakar, tanımaya ve anlamaya çalışır. Aslında bunları yaparken de tanımaya başladığı kendidir. Başka yönlerden, ama aynı öze yönelmektedir. İnsanın sosyal bir varlık olmasından kaynaklı bir bilinç düzeyinde, acı da hissetse insan olduğunun daha çok farkına vardığını gördüğü için geri adım atmaz. Üzerine gider.

Savaşa çığlık

Savaş çek ellerini üzerimden
Yoksa bağıracağım...

Sen bir yerlerde kirletirken
Çocuk oyunlarını,
Sevdalı bulutları,
Yok ederken
Çelikle çomaklarını,
Acıyla umutlarını
Ben artık uyuyamıyorum..

Gözümden gitmeyen fotoğrafta
Babasını siper almış çocuk
Biliyor mudur başına gelecekleri?
Babasından yansıyan sarsıntılarla
O tir tir titriyorken
Sonra da cansız bedeni soğurken
Ben artık ısınamıyorum...

Çek git yeryüzünden savaş
Yoksa çıldıracağım...


Görebilmek

İnsanlar ekmek kavgasındaymış
Açlıkmış güçlerinin kaynağı
İsteyip de elde etmek
Düşten öte, büyük lüksmüş

Ter dökmekle
Demir dövmekle
Kadere sövmekle
Geçiyormuş günleri

Peki sen bunca zaman
Nasıl uyumuşsun?
Ah, küçük burjuva
Yanlış yöne koşmuşsun.


Bu aşamada bile mitlerin yeri vardır. Dönüp içine baktığında yaşamdan aldığı dersleri böylesi bir anlatıya sararak sunmasının etkiyi artıracağını düşünür. Şimdiye dek onu beslediğini gördüğü anlatıları başka insanların da dikkatini çekmek için kullanmak bir sorumluluk duygusu olarak omuzlarına çökmüştür. Taşımak için aktarır.



Anka Kuşu

Bir Anka kuşu gördüm,
Çırpınma yeter, dedim,
Kıvılcım var kanadında.

Döndü bana,
Konuşma sus, dedi,
Daha fazla rezil olma.

Kül olmanın bedeli
Yangınlar başlatmaktır,
Başlattığın yangınla
Sonsuza dek yanmaktır.


Bir Anka kuşu gördüm,
Doğurma sakın, dedim,
Sonun olur yumurta.

Kulağına küpe olsun, dedi,
Kül ol ama yok olma.

Kül olmanın ödülü
Bir eser bırakmaktır,
Bıraktığın eserle
Sonsuza dek var olmaktır.


Kendini ve yaşamı olduğu gibi kabul edebilmek gelinen noktada içe sinen, olması gereken ve öze inmiş gibi görünmektedir. Ancak “gelinen noktada” ifadesinin buradaki kilit kısmı oluşturduğu akılda tutulmalıdır. Daha gidecek yok olduğu sürece, kendini tanıma, anlama ve anlatma uğraşı sürecektir. Üzerine derinlikli düşünerek ve üslubunca…

İnsanca

Su kristali bir yanım
Bir yanım demir
Bazen tüy kadar hafifim
Bazen o bile değil

Gülerken gözlerimin içi
Hüzünle kıvrılır dudaklarım
Başlarken son bulabilir
Hem umudum hem kaygım

Anlaşılmaz gelmesin
Ne de olsa insanım…


©Göksel Altınışık Ergur
Yayınlanma tarihi: 29.06.2020






















Yorumlar

EDİP CANSEVER’İN
“Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey! Kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek, biliyorum
Kimse bir gün kimseyi sevmeyecek korkuyorum
Bir yaşlı kadın en erkek boyutunda
Kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
Bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda
Vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
Ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
Üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu hiç bilmiyoruz
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
Tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
Böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
Sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
Ve doyduk ve içtik, ayıldık bir anlamda
Ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
Kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
Yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
Ne ölmek, ne ansımak! Sadece yaşamakla
Tam öyle gibi. Demeyin: eh, biraz yorulsak da
Demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda
Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz bilmiyoruz ya
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla.” DEDİĞİ GİBİ…
BİZ TAM PUAN VERDİK…
:) :) :)

Bu blogdaki popüler yayınlar

KLASİK MÜZİK KONSER ADABI

Orada Bir Doktor Vardı Uzakta

İlginin İzi