BİR KİTABIN GELİŞ ÖYKÜSÜ


2.7.2020
Yaşam sürekli sürprizler hazırlıyor. Kimisi acı, kimisi tatlı. Yine de her sürpriz, yaşamı sıradanlığından çıkardığı için değerli. Tekdüze gidişin tek ilacı bu aniden oluverenler. Geriye dönüp bakınca ne çok olduklarını görüyorum. Birbirleri ile nasıl da iç içe geçtiklerini... Birinin öbürünü hazırladığını... Bağlantılarını kurarken kâh hüzünleniyor kâh eğleniyorum. Böylece yine sıradanlıktan kurtuluyorum.

Temmuz’un ikisi, tam 22 yıldır benim için acı günü. Bu günde her yıl eski bir yazımı paylaşırım dostlarla. Önce öykü kitabıma giren “Düşen Düşler” idi paylaşımım, sonra onun öyküye renk katan kısmını çıkarıp yalnızca acının nedenine yer vermekle yetindim. Kişisel bir anı işin içine girince boyutu değiştiriyor gibi hissederek bu kararı almıştım. Yazımın adı bu kez “Ölüm adın kalleş senin” oldu. Hem de ne kalleşti.

Yıl 1993. Nisan ayı. Kazanmayı başardığım son tıpta uzmanlık sınavım için Ankara’daydım. Sınavın ertesi günü kardeşim de İzmir’den gelecekti. Sıhhiye’deki hekim evinde kalıyordum. Bir günü de kardeşimle geçirdikten sonra ben görev yerim Van’a, o İzmir’e dönecektik. Onu beklerken yapmak için birkaç olasılık vardı aklımda. Ali Balkız’ın Kardelen’i listenin başındaydı. Oraya gittiğimde Asaf Koçak ile tanıştım. Yakın arkadaşlarmış. Hep birlikte güzel bir söyleşiye koyulduk. Yazımda bu karşılaşmayı şöyle anlatıyordum:

Kâğıda kaleme tutsak olalı, ne duydumsa, ne düşündümse, ne düşledimse ve inandığım neyse yazmayı yaşam biçimim seçeli, gelecekten ufacık bir beklentim var: Günün birinde yazdıkları herkes tarafından beğeniyle okunan ve bir sonraki yapıtı merakla beklenen büyük bir yazar olmak... Bunu Asaf Koçak'a da söylemiştim. Gülmüştü. Sanırım... Kocaman siyah sakalının ardından görebildiğim kadarıyla ancak bu yorumu yapabiliyorum. Yazar dostum Ali Balkız’a ait Kardelen’de, koşuşturmayla geçmiş bir günün yorgunluğunu, o günden hiç söz etmeyerek geçirmeye dalmışken içeri Asaf Koçak girmişti. Doğruca yanımıza geldi. Masadakilerle yakın olduğu belliydi. Birbirimize tanıtıldık, kısa ve bildik sözlerle. Önyargılarımla epeydir uğraşıyor ve epeyce de yol almış olsam da o an bu denli büyük sakallı biriyle arkadaş olmaktan hoşlanmayacağımı düşünüverdim. Bu görüşümü değiştirense gözleri oldu. Sunduğu içten merhabası, hem çocuksu hem şakacı kıpırtıları, elinde tuttuğu ve benim de izlediğim aylık sanat dergisi değil de, gözleri ikna etti beni. Arkadaşım olması için şans verecektim ona, hiç bu denli siyah, çocuk gözlere sahip bir arkadaşım olmamıştı.
            Hoş bir söyleşiye başlayıverdik. Ben ‘Gelecek vadeden genç öykücü’ydüm, o ‘Büyük karikatürist’. Ne yazıyorsunuz-ne zamandır-peki ya siz neler yapıyorsunuz’larla ısındık. Birdenbire, yazdıklarımla ulaşmak istediğim noktayı sordu. Ben de sözünü ettiğim o ufacık beklentimi söyleyiverdim duraksamaksızın. Hani şu, günün birinde diye başlayan. Ciddi ses tonlu megalomani... Böyle yaptığımda karşımdaki yüzlerde beliren ifadeyi, yanlış mı duydum şaşkınlığını, sonundaki hoşgörülü gülümsemeyi seviyorum. O durakladı, ben gülümsedim, o da gülümsedi; sanırım...
Kısa sürede dostça bir söyleşinin sıcaklığını çevremize yaymaya başlamıştık. Birbirini tanımaya yeni başlamış iki insan olarak kendimizden, yaşamlarımızdan söz etmeye koyulduk. Neler konuştuğumuzu şimdi anımsayamıyorum; o söyleşiden aklımda kalan yalnızca, baştan beri masamızda oturan Ali Balkız’a söylenen şu söz oldu: “Abi ya, bu kıza kötülük yapmak için insanın gerçekten çok kötü biri olması gerekir; onun yeryüzünde bir yerlerde olduğunu bilmek bana iyi gelecek.” Bu çok değerli parçayı ‘Özgün övgüler koleksiyonuma’ yerleştirdim, yüzüme de kocaman bir gülümsemeyi.

O günün akşamında Kardelen’de Metin Altıok başta olmak üzere birçok değerli insan ile tanıştım. Aynı sofrada oturup söyleşmenin tadını yaşadım. Hekim evinde kaldığım kat saat 23:00’de kapanıyordu. ‘Bekâr kadın doktor’ katı olduğunu söylemişlerdi. Sokakta kalmaktan korkarak istemeye istemeye o rüya gecesinden uyandım.
Ayrılırken Asaf Koçak’a, serginizi görmeye çalışacağım, dedim, sabah erken gideceğim için sanırım sizinle görüşemeyiz. Görüşürüz, dedi. Bir daha görüşemedik. Ertesi gün sergisine kardeşimle gittim, devekuşlarının türlü halleriyle tanıştım. Kuma gömülmüş başların ne anlama geldiğine uzun uzun kafa yordum. Beğenimi duyurmak için başarılarla dolu bir yaşam dileğimi kâğıt üzerine bırakarak oradan ayrıldım.
Bir süre sonra evde kitaplarımı karıştırırken serginin tanıtım yazısını buldum. Son gün 31 Mayıs idi ve yollayacağım mektubun yetişmesine yetecek kadar yakındı. Elim yeniden kâğıt kaleme gitti. Galerinin adresine yolladığım notta: Yalnızca bir merhaba demek istedim: “Merhaba”, diyordum. Adresimi yazmamıştım, yanıt beklemiyordum. Yeryüzünde yüreği böylesine aydınlık birisinin var olduğunu bilmek bana da iyi gelmişti. Aynı duyguyu paylaştığımızı bilsin istemiştim. Onun gibi insan sevgisi, yaşam sevinci dolu birisine kötülük yapmak için gerçekten kötü olmak gerekliydi.
Yoktur sandığım, konduramadığım o kötüler kısa sürede ortaya çıktı. Neredeyse benim de karşıma çıkıyorlardı.
Sanat dünyasında bir yerim olacak mı diye merak ettiğim heyecanlı zamanlarımdaydım, o nedenle elime zamanında ulaşsaydı Pir Sultan Abdal Şenliği davetini kesinlikle kaçırmazdım. Bir yıl öncekinden haberim olmamıştı. O yılkini haber vereceklerini söylemişlerdi. Sözlerini tutmuşlar. Davetiye göndermişler. Ben sınavı kazanıp da memleketim İzmir’e geri dönme telaşı ile bütün işlemleri hızlandırıp kaçarcasına ayrılmıştım. Davetiye sağlık ocağıma oradan ayrılmamdan birkaç gün sonra gelmiş.
Sonradan toplu hâlde gönderilen mektuplarım arasından çıktı.
Yeni görevime başlamadan önce, umutla dolu ve mutlu olduğum günlerdi. Düşlediğim, ama ilk kez olanak bulduğumuz baba-kız tatili için Altınoluk’taydık. Davetiye zamanında elime geçmiş olsa bu tatil yerine şenlikte olurdum. Bu düşüm yine ertelenmiş olurdu. Ama buna hayıflanmak aklıma bile gelmezdi.
Bir araya toplanan o insanlar sanat için, dostluk ve kardeşlik için, üretmek ve paylaşmak için oradalardı. Gitmeden önce nasıl coşku ile bunlar hakkında konuştuklarına tanık olmuştum. Metin Altıok’u ve Asaf Koçak’ı, o masa etrafındaki bütün güzel insanları tanıdığım o kısa sürede ve daha sonra haklarında anlatılanları öğrendikçe bunu defalarca gördüm. Şenlik için bir araya gelmiş çocuk, genç, kadın, erkek, hepsinin ötesinde insanları bir otelde kıstırıp yakmak, onların yüreği böylesi iyi olmasa da, birlik ve beraberlikten başka amaçları olmamış olsa da kabul edilemezdi. Gözü dönmüş katil ruhlular, inisiyatif kullanmayan yetkililer, yardakçılar ve seyirciler birleşerek bu katliamı yaptılar. Katlettikleri her şeyin ötesinde insandı. Onlar gibi, benim gibi, insan… Davetiye elime zamanında ulaşmadığı için aralarında olmadığım bir grup güzel yürekli insan... Gidebilseydim, ya ölecektim ya da arkada kalmanın acısıyla yaşamaya çalışacaktım.
Bir önceki yazımda bu duygularımı şöyle aktarmışım:
“Onlar şimdi yok...
            Diri diri yakıldıkları otel müzeye dönüşmeliydi; utancımızı sahiplendiğimizin simgesi olmalı, kültür şenliklerinin karşısına cahilliği çıkarmanın acı sonuçlarını yüzümüze vurmalıydı.  
            Asaf Koçak, ağız mızıkasını son anlarına dek ağzından düşürmemiş. Birbirine sarılmış biçimde koridorda çömelmiş gençlere umut ezgileri saçmış. En son bir kapı eşiğinde dalgın bakarken görmüşler, umutsuzmuş...
            Şimdi ben umudumu nasıl koruyayım?”

Arada geçen sürede, aklıma geldikçe Asaf Koçak’ın karikatürlerini derlemiş bir kitap olup olmadığını araştırdım. Bulamıyordum. Yine de içimden bir ses, her zaman olduğu gibi bir an gelecek ve ben öylesi bir kitabı karşımda görüvereceğim diyordu.  Benzeri olayları öyle çok yaşadım ki bazen olacağı yaşama bırakmak gerektiğini öğrendim.
Bu yıl Sivas katliamının yıl dönümünden bir gün sonra Ankara’daydım. İlgisiz, başka bir toplantı için. O grupla gittiğim toplantıların önceki yolculuklarında gelenekselleştiği hâlde Afyon molasında bir tek ben sucuk ekmek yenmiştim. Ankara’ya varıp da otele yerleştikten sonra beni doyurmak için ekip seferber oldu. Önce Sakarya Caddesi’ne gitmek istendi. Yine gelenekselleştiği üzere… Aç olan bir tek ben olduğum için gidilecek yerin seçimi bana bırakıldı. Peşimde dostlar, bütün caddeyi dolaştım. İçime sinen bir yer olmamıştı. Utana sıkıla “Aslında ben Mülkiyeliler Lokali’ne gitmek istiyorum” dedim. O an içimden öyle gelmişti. Tamam, dediler, nasıl istersen. Epeyce bir yol daha yürüdük. Sonuçta geziyorduk ve sokaklar cıvıl cıvıldı. Mülkiyelilerden içeri girer girmez eski ahşap resepsiyon bölümünün yanında, merdivenlerin başında kocaman bir afiş gördüm: Asaf Koçak Kitabı “Donmak ile Yanmak Arasında”  Birdenbire dikkatimi çekti, ama grup olarak oradaydık ve iç tarafa yönelip bir masa bulduk kendimize. Siparişi verdim ve arkadaşlarıma “Ben girişteki afişe bakıp geleceğim” dedim. Baktım, ama hemen geri gitmedim. Kitabın tanıtım günü o gün, yeri orasıydı. Resepsiyondaki görevliye nerede olduğunu sordum, “ikinci katta” dedi.
Dar merdivenleri heyecanla çıktım. İkinci kattaki kapı kapalı, ama kilitli değildi. Aralığından ışık da sızıyordu koridora. Hafifçe ittim kapıyı. Boş masalar, masaların üzerinde kâğıt bardaklar vardı. Salon boştu. Duvarlarda karikatürlerin ve fotoğrafların, eski afişlerin asılı olduğunu fark edince kapıyı biraz daha açıp içeri girdim. Çekinerek. Salonun iç kısmında bir masada birkaç kişi vardı. Masanın etrafında birbirlerine dönük olarak oturmuş, türkü söylüyorlardı. Tam içeri girdiğim sırada ilk kez duyduğum bir hekim türküsünün sözleri beni karşıladı. Gereğini yap, diyordu sanki. Kafamın karmakarışıklığından sözleri aklımda tutamadım. Ama bir hekime, üzerine düşeni yapması söyleniyor gibi algımda kaldı. Sanki ölüm döşeğinden bir yardım çağrısıydı.
İçeri girdiğimi fark edenler oldu. Biri kalkıp bana yer açtı ve buyur etti. Süzülerek oturdum o sandalyeye. Birden yaşlar süzülmeye başladı yanaklarımdan. Sessiz, durduramadığım. Çenemin altında birleşerek akan iki ince pınar... Durdurmaya çalışacak durumda değildim. Bir başkası, bir bardak doldurdu benim için. Ayıp olmaması için bir yudum almayı akıl edecek, ama devamını içemeyecek durumdaydım. Deyişler birbiri ardına sıralandı. Asaf sever, diyerek seçtiler. Duyuyordur, diyerek sürdürdüler. Konuşmak için içimde güçlü bir istek vardı, ama dilimde sözcük döndürecek durumda değildim. Karşımda oturan kişi bana bir kitap uzattı. Donmak ile Yanmak Arasında... Minnetle aldım. Yaşam isteğimi yerine getirmek için güzel bir tören düzenlemişti yine. Yaşama da minnetle sarıldım.
Masanın etrafında oturanların kimler olduğunu çok merak ettim. Anılarını anlatmalarını isterdim. Kuşkusuz onlar da beni çok merak etmişlerdir. İçeri süzülen, hiçbir şey söylemeden için için ağlayan, kitabı gözlerindeki parıltıyla karşılayan bu kişinin hikâyesini öğrenmek istemişlerdir. Ama konuşmak bir büyüyü, belki de yası bozacaktı. Susuldu.
Artık dağılma zamanı geldiğini konuştuklarında ben de alt katta bıraktığım dostlarımı anımsadım. Kalktım duvarda asılı olan karikatürlere baktım. Bir masanın üzerinde duran, kapağına dökülmüş kırmızı şarap için orada bırakılmış ikinci kitabımı, gözyaşlarım için kullandığım peçete ile sildim. Onu da yanıma aldım. Vermem gereken biri vardı, hissediyordum, ama o an kim olduğunu bilmiyordum. Elçiliği kabul ettim.
Masaya döndüm. “Sağlıcakla kalın” dedim. Masadaki tek kadın, deyişleri söyleyen güzel sesin sahibesi “Acıya merhem olabildik mi?” diye sordu. “Olmaz mısınız!” diyerek yanıtladım.
Bir başka düş gecesini ardımda bırakarak yaşama geri döndüm.
©Göksel Altınışık
Temmuz 2015






Yorumlar

Bu yorum yazar tarafından silindi.
SEVGİLİ GÖKSEL’İMİZ,
YÜREĞİNE VE EMEĞİNE SAĞLIK…

ASIM BEZİRCİ DİYOR:
“HAYAT EFSANEDİR

Saçların aklarla dolduğu zaman
Geriye hasretle bir bakar mısın?
Yıllar mazimizi yolduğu zaman
Göğsüne menekşe, gül takar mısın?

Pembe kıyılardan geçse bir sandal,
İşitsem sesini şen fıskiyenin;
Zikrimde canlanır eski bir masal:
Gözümde gözlerin, elimde elin...

Zaman kalbimizde can vermiş gibi,
En güzel renklerle süslenir mekân...
Suda aksimizle, havuzun dibi
‘Hayat efsanedir’ diyordu her an!”

PİR SULTAN ABDAL DİYOR:

“GÜN TUTUŞUR

Gün tutuşur canım gece tutuşur
Zindanlarda tutsak canlar tutuşur
Gülüm toprak olur yele karışır
Yürür gelir canlar yollar tutuşur

Sivas ellerinde sazım tutuşur
Söz tutuşur canım türkü tutuşur
Teller bizi söyler diller yarışır
Özgürlüğü yazan kalem tutuşur

Canlar can olur da eller tutuşur
Dost evinde canım sevda tutuşur
Pir Sultanlar ölmez binler yetişir
Akar gelir canlar tarih tutuşur”

Bu blogdaki popüler yayınlar

KLASİK MÜZİK KONSER ADABI

Orada Bir Doktor Vardı Uzakta

İlginin İzi