Sonunda yazdım; neden hep yazacağımı


YAZMAK NEFESİM OLDU



Ne zamandır bekliyor bu konu. Sürekli aklımın bir yerinde duruyor; gizli ya da açık. Dilimin ucundan dostlarımla konuşurken kaçıveriyor. Parmaklarımın ucuna zaman zaman geliyor; hatta birkaç tümce yazmama neden oluyor, ama oradan hızla geri kaçıyor. Yazdıklarımı kaç kere sildiğimi anımsamıyorum. Öyle uzun uzadıya da değil; girizgâh yalnızca. Daha ötesi "yasaklı"... 

Yine birden içimde yükseldi. Parmaklarımın ucunda karıncalanma işaretiyle belirdi. Yıl dönümü yaklaşıyor diye olabilir. Asıl etken sabah okuduğum bir yazı. "Yazmanın zamansızlığı üzerine" başlıklı denemesinde Işıl Bayraktar, yazın serüveninin kişiler arasında nasıl değiştiği, neden yazdıkları konusunda yazarların farklı gerekçeleri olduğu üzerinden örnekler vermiş. Kendi yazma güdümü/dürtümü bilinç düzeyime yükseltip farkına varmamı sağlayan duygular içime üşüştü. Dürtü mü demeliyim yoksa güdü mü? Sözlük anlamlarına bakıp anlatmak istediğimi hangisinin daha iyi karşıladığını bulabilirim belki.

Güdü: Bilinçli ya da bilinçsiz davranışları doğuran, davranışların sürekliliğini sağlayan ve onlara yön veren herhangi bir güç. Ama felsefe terimi olarak tanımlarken, "Bir istenç eyleminin nedeni; kaynağı, duygulanım değil akıl olan neden" olarak belirtilmiş. Dürtü ise fizyolojik ya da ruhsal dengenin değişmesi sonucu ortaya çıkan ve canlıyı türlü tepkilere sürükleyebilen, kaynağı duygulanım olan içsel gerilim olarak tanımlanmış. O zaman benimki bir dürtünün ortaya çıkardığı güdü oluyor. Biraz karıştı sanırım. İyisi mi basitleştirerek açıklayayım. 

Çok uzun yıllardır yazıyorum. Başlarda biraz keyfe kederdi. Zaman buldukça denebilir; o zaman da bir dönem kolay bulunuyor, sonra ortadan kayboluyordu. Üniversite yıllarımda yazdığım kısa öyküleri ünlü bir "edebiyat eleştirmeni"ne ulaştırdığımda dünyalar benim olmuştu. Kendimi çok şanslı hissetmiştim. Sonra yanıtı geldi: "Gelecek vadeden genç bir yazar adayısınız. Yalnız karar vermelisiniz; iyi bir yazar olmak mı istiyorsunuz, iyi bir doktor mu? İkisini birden iyi yapamazsınız." Doktorluk benim çocukluk düşümdü. O yaşlarımda bile üstünkörü yaptığım bir iş olmazdı. Hırslıydım ve tutkuluydum, hele doktorluk konusunda. O zaman, dedim, yazar olamayacağım demektir. Şimdi düşünüyorum da nasıl bu kadar kolay ikna olmuşum, şaşırıyorum. Ünlü bir edebiyat eleştirmeni dediği için olmalı. Bir de daha 23 yaşında olduğumdandır. Yine de yazdım. Tek tük, gizli saklı, kimselere söylemeden, "yalnızca kendim için, kendimi daha iyi tanımak için" diyerek... Akademik çalışmalara, makalelere ve mesleki kitap bölümlerine ağırlık verdikçe edebi olanlar azaldılar. Mesleğimle ilgili yazdıklarımda anlatımımın rahat okunduğu, alışılmıştan farklı bir tarzım olduğu yönünde yorumları duydum. O zaman "fizikte madde kaybolmaz" diyerek gülümsedim. Eski yazma etkinliklerim, yeni bir alanda kendilerine yer açmış olmalılardı. Var olma içgüdüsü... (Bir de içgüdüye hiç girmeyeyim şimdi.)

Bir gazetenin ekindeki okur yazıları bölümünde birkaç (7) yazımın çıkması ve gelen mektuplardan bu yazılarımın yansımalarını görebilmem, yazın serüvenimde bir dönüm noktası oldu. Hiç tanımadığım, görmediğim ve görmeyeceğim insanlara, yazdıklarımla dokunduğumu görmek kendimi çok güçlü hissetmeme yol açtı. Yazmanın çok büyük bir gücü vardı. Nasıl kullanıldığına göre şifa da olabilirdi, felaket de... Mademki ben meslek olarak şifa dağıtmayı seçmiştim; o zaman ikisi birleştirilmeliydi.  Önce, içimden kağıda dökülenleri başkalarıyla paylaşmak için kendimi  bir kez daha ikna etmem gerekiyordu. Duygusunu, düşüncesini, algısını, anlayışını sözcüklere döküp gözler önüne seren kişi kendisini çıplak hissederdi. Üstelik ilk bozgunun etkisinin sandığımdan da şiddetli olduğunu fark etmeye başlamıştım. 

Bu ikna sürecinde oturdum bir şiir yazdım. Değil mi ki yazdıklarım, kendimi daha iyi tanımak içindi; bakalım iç sesim bana ikna edici neler söyleyecekti?


Çıplaklık ne tuhaf, 
Utanırım.
Gözlere perdeler çekerim. 
Bir tarafta onlar, 
Arkada çıplak tenim. 

Çıplaklık ne tuhaf,
Olmak isterim.
Çekerim perdeleri gözlerden.
Neyse görünsün,
Ama bir tek yüreğim.


Yazmaya, onları kitaplar halinde yayınlamaya, her kitapta bir sonrakini tasarlamaya, rafa konan kitabımla eş zamanlı olarak yenisinin öykülerini yazmaya koyuldum. Giderek artan bir ivmeyle, ama yine de pamuk ipliğine bağlı bir istekle yazıyordum. İşlerim yoğunlaşsa, kafam dağılsa ara verebiliyor, yokluğunun farkına varmadan yaşayıp gidebiliyordum. 

Yazımın başında merak uyandırdığım girişten uzaklara düştüm, değil mi? O konuyu yazmamak için yine yan mı çiziyorum acaba? Bu kez olmaz. Kalbim sıkışıyor çünkü; yazıp çıkarmalıyım. Doğrudan konuya giriyorum o zaman.

Yaklaşık bir yıl önceydi. Evlendikten 1 ay kadar sonraydı; zihnim ve ruhum yaşamla ilgili türlü türlü tasarı ve hayal arasında uçuşurken dünya dönmeyi bıraktı. Ya da öyle hızlı döndü ki sonuna geliverdi. Mememde bir kitle fark ettim. Öyle yok sayılacak gibi değildi. Defalarca baktım, durdum durdum yeniden muayene ettim. Yerinde duruyordu. Oysa kayboluverir sanmıştım. Yıkıldım. Ağladım; çok ağladım.

Biraz sakinleşir gibi olunca -ruhum değil de gözyaşlarım- türlü türlü düşünce zihnime akın etti. İyisi, kötüsü, daha da kötüsü... Bir türlü yatışamıyordum. Sonra, bu yaşamda umduğumdan daha kısa bir zamanım kalmış olabileceği düşüncesinin ağırlığı geldi ve göğsüme oturdu. Nefes alamaz oldum. Bir isyan yükseldi içimde. Çığlık gibiydi. Çığlığı göğsümde büyüttüm, nefesimi açmaya yararı olur diye umarak... "Daha yazacak çok hikâyem var!" dedim. Birden durdum. Daha görecek günler değil, daha iyileştirilecek hastalar değil, daha öğrenecek dersler değil, daha gezilecek yerler değil, daha yaşanacak duygular değil... Daha yazacak çok hikâyem var! Dedim ki kendime "O zaman kapanırım bir yere, yazarım, yazarım, yazarım. Beynim patlayana dek..."

Ertesi gün, tetkikler yapıldı. Züleyha'cığımın beni tanıştırdığı meslektaşlarımın hepsi, üzerime titreyerek, bir yandan da benim için endişe edip bunu belli etmemeye çalışarak ne gerekiyorsa yaptılar. MR raporu en önemlisiydi. İki buçuk santimetre, düzensiz, çevre dokulara infiltre kitle lezyonu... Her sözcüğü beynimin bir kıvrımını yakan, bildik, duyduk, anlamına aşina olunan tıbbi terimler... Bu kez benim için söyleniyorlardı. Biyopsi yapılması gerekli,  dendi. Yapılacaktı tabii. Araya giren hafta sonundan sonra... Ah, haftanın son günü gördüğüm hastaları telaşlandırmamak için çabaladığım zamanlarda ne kadar doğru bir şey yapıyormuşum. Biyopsi sonucu çıkmadan hemen telaşa kapılmayın, şu an için her türlü olasılık geçerli, bir sürü mutlu sonlu hikaye var neden biri de sizinki olmasın, hele bir biyopsi yapılsın sonrasını öyle düşünürüz, o zamana dek aklınızdan çıkarın ve iyiyi umarak kendinizi rahatlatın... Bu söylediklerim onlarda işe yarıyor görünüyordu. Öyle söylüyorlardı. Peki bana söylendiğinde, hatta ben kendime söylediğimde neden işe yaramıyordu? Çok ağladım; yalnız kaldığım her anda. Nefes alamıyordum.

Eşime "Keşke evlenmeseydik. Şimdi seni nelerle uğraştıracağım kimbilir," dedim, bu sözüme çok kırıldı. Hem sonucun iyi olacağına inandığını hem her ne olursa olsun benimle beraber mücadele verip yanımda olacağını söyledi. Sevdiğim adamla birlikte savaşmak belki de şansımdı. Bu yaklaşımı çok değerliydi. Ama içimdeki o duyguyu, suçlulukla karışık hayal kırıklığını atamadığım için rahatlamama yetmiyordu. Yumuşak yumuşak, sevgi sözleri ile vermeye çalıştığı destek ve birbirimize karşı güçlü görünmeye çalışırken hissettiğimiz baskı aramızda tuhaf bir atmosfer yaratmıştı. Bir de hiçbir şey yapmadan geçirilecek zaman, o zamanın sonunda biyopsi ve onun sonucunu beklerken geçecek zaman... Zamanın kıskacındaydım vesselam. Nefes alamıyordum.

Ertesi gün için can dostum Pınar'la, onlara akşam yemeğine gitmek üzere sözleşmiştik. Haftalar öncesinden, herkesin uygunluk durumuna göre zorlukla ayarlanabilmiş bir buluşmaydı. Ertelemek olmayacaktı. Gerekçemi de söyleyemezdim. Kimseyle bu konuyu konuşmamaya karar vermiştim. Gidersek de kendimi sohbete nasıl vereceğimi hiç bilmiyordum. Kısa oturur kalkarız kararıyla evlerine girdik. Biraz hoşbeşten sonra yemek hazırlığı için Pınar'la mutfağa gittim. Baş başa kalınca karşıma geçip durdu. Sende bir sıkıntı var, dedi. Oysa az önce salonda gülüp söyleşiyordum. Uzun zamandır görüşmediğim dostumla tanışır tanışmaz birbirimize çekilmemizin nedenini işte o an anladım. Yanıt veremedim. Ağlamaya başladım. Nefes alamıyordum. Mutfağın kapısını usulca kapattı. Ben çözüldüm: "Mememde büyükçe bir kitle var, Pazartesi günü biyopsi yapılacak," dedim. Kısacık bir an tereddüt yaşadı ve yüzümde tokat gibi patlayan sözleri sıraladı: "Tam bir hayal kırıklığısın, Göksel! Her koşulda olumlu düşünmek, yaşananlardan güçlenerek çıkmak, baş etmek için gücü kendi içimizde bulmak öğütlerini bize veren kişi, biyopsi yapılmamış, sonucu çıkmamışken dağılmış.  Olacak iş değil. Bana sen demiyor muydun, her yaşananın bir nedeni var ve bunu ancak daha sonra görebileceksin, diye. Şimdi nedir bu halin?"  Neye uğradığımı şaşırdım.

Sarılsa, saçımı okşasa, üzülme geçecek dese, bu kadar etkili olur muydu, bilmiyorum. Gereksinim duyduğum şey, bir şok dalgasıymış. Bunu sezip de en doğru yerden vermesi şansım oldu. Salona yeniden gittiğimde yapmacıklarının yerini içten kahkahalarım almıştı. Sevgilim kim bilir nasıl şaşırdı? Rol yapmakta bu denli başarılı olmamı beklemiyor olmalıydı. 

İçimde elimi uzatsam tutabileceğim kadar somut bir kararlılık vardı: Sonuç ne olursa olsun, bunun anı yaşamamı engellemesine izin vermeyeceğim. Yaşama sımsıkı tutunup hiçbir şeyi ertelemeyeceğim. Hem benim daha yazacak çok hikâyem var... Yaşayarak biriktirecek, sonra da hepsini bir bir yazacağım.

Devamı, yüz seksen derece değişmiş bir ruh haliydi. Önce, kitlenin küçüleceğine inanarak başladım. Sonra, biyopsi sonucunun iyi geldiğini öğrendiğim sahneyi zihnimde canlandırıp durdum. Zamanımı dolu dolu, sevgiyle, elimdeki şansa, aşka sarılarak geçirdim. Zamanın kıskacından kurtulmuştum. Zembereğin kontrolünü bile ele geçirmiştim.

Biyopsi için giden kişi ile Cuma günü biyopsi kararı alınan kişi aynı değildi sanki. Kendimi iyi ve güçlü hissediyordum. Nedeni, umuttu. Radyolog arkadaşım Ravza, beni o hafiflemiş halimle görünce çok şaşırdı. Hafta sonu beni düşünürken içinin titrediği belliydi. Yaşam dolu halimi görünce o da bir silkelendi ve hafifledi. Bu bana daha da iyi hissettirdi. Biyopsiden sonra yanına uğradığım cerrah meslektaşıma, kitlenin küçüldüğünü gördüğümüzü, ama yine de emin olmak için biyopsi alındığını söylerken, onu şaşkınlığa uğratacak kadar neşeliydim. Bir gün sonra biyopsi sonucunun iyi olduğunu bana müjdeleyen Dilek ablamla aynı anda büyük bir rahatlama içinde havalara uçtuğumuzu hissetmek ömre bedeldi. Ne olup bittiğini tam olarak bilemedik, ama mutlu sonla noktalanan bu olay bana yaşam hakkında çok fazla şey öğretmişti. 

Biyopsi yapan meslektaşım, biyopsi yerinde kanama olmaması için üstüne buz torbası koymamı söyledi. "Denerim," dedim, "ama zor görünüyor. Çünkü günler öncesinden bugün Beyazıt Kulesi'ne çıkmayı planlamıştık." Kulenin geçmişini araştırırken, belli zamanlarda gezilebildiğini de öğrenmiştim. Hatta bütün bu olaylardan önce planı yaparken, ud virtüözü dostum Bilen'den de bize eşlik etmesini, kulenin tepesinde ud ziyafeti ile gezimizi daha da özel kılmasını rica etmiştim. Başka zaman gideriz önerisini kararlılıkla reddettim. Artık yalnızca Beyazıt Kulesi'ne gitmekten fazla anlam yüklüydü bu gezi. Kulenin iki yüze yakın basamağını tırmanıp çepeçevre camlarından sur içi İstanbul'unu seyrederken ve orada ud taksimini sevgili arkadaşımdan dinler, sevgilime gülümserken çok iyi biliyordum ki bundan böyle başıma ne gelirse gelsin, değil planlarımı uygulamamı engellemek, erteletemezdi bile. Evet, bundan böyle yaşamı ertelemeyecektim. Nereden başlayacağımı çok iyi biliyordum. 

Son zamanlarda durmadan yazdığımı ve bunları hemen, erişebildiğim her yerden paylaştığımı görenler şaşırıyor olabilirler ve belki de buna bir anlam veremiyorlardır. İşte nedeni, bu yaşananlar. Tutkumun, önceliğimin ne olduğunu görmüş olmam. Daha yazacak çok hikâyem var.

Yazıyorum, yazıyorum; yaşıyorum.

Yazmak, nefesim oldu... 


©Göksel Altınışık Ergur
yayınlanma tarihi: 3.8.2018




Doçent Doktor Bilen Işıktaş
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Müzikoloji Bölümü



Aşağıdaki linke tıklayarak youtube videosunu izleyebilirsiniz...



Ve üç yıl önce yazdığım şiirin tam da bu yazıyı paylaştığım gün karşıma çıkması ne kadar ilginç... Döngüler bir bir tamamlanıyor:


Öyle güzel yağmur yağıyor ki geceye
Tam en duygulu şiirlerin havası

Yazsam diyorum, yaşamak daha güzel
Sırılsıklam koşmak da cabası

Yaşananı güzel yazabilirsem bir gün
Yazdıklarımı yaşamam da olası

3.8.2015; 23:42


Yorumlar

Sevgili Göksel’imiz,
Merhaba.
Başlıktan başlayayım; “YAZMAK NEFESİM OLDU” başlığı, Göğüs hastalıkları uzmanı yazar için çok uymuş. Yaşam belirtisi nefesi sürekli kılmak için insanlara “Yazın!” mesajı da mı içeriyor? Öyle ise, Allah’ın “Oku!” mesajını da çağrıştırıyor ve bu bağlamda adına da uygun…
Parmaklarının ucunda karıncalanma işaretiyle beliren ve içinde birden yükselip parmaklarının klavyenin tuşlarında gezinmesiyle ortaya çıkan yazın, okuyucularına şifa sunan ve bu bağlamda, yazmanın çok büyük bir şifa gücü olduğunu kanıtlıyor gibi…
Yazılarındaki başarının sırrı şiirinde dileğin gibi, yüreğinin görünür olması mı acaba? Bu defa yorumumu uzatmayayım, yazmana bir anlam da ben yükleyeyim: Artık mutlu sonla noktalanan olayın yaşam hakkında sana öğrettiği çok şeyi tüm dostlarınla paylaşmak ve onlara da öğretmek için yazacaksın, yazacaksın, yazacaksın ve biz de sana teşekkür edip mutlu olacağız…
İçten selamlar, sevgiler, sağlıklar ve başarılar…
:) :) :)
Müberra Oguztimur dedi ki…
Gökselcim,işte ben seni bundan dolayı çoooook seviyorum.İyi ki yazıyorsun.Aliağa'daki sohbetimizde benimle paylaştığın bu çok özel durumunu kaleme alman ne kadar güzel olmuş.Duygu dolu satırların,olayın mutlu sona erdiğini bildiğim halde,beni heyecanlandırdı, yüreğimi titretti.Sen hep var ol,hep yaz emi...Seni çok,ama çoook seviyorum...❤😍🌹🌼🍀
Zeynep İpek Sarıgül dedi ki…
Tanıdığım, sevdiğim, saygı duyduğum bir çok kadın var bu dünyada. Tek başlarına koca bir dünyayı sırtlamış, mücadeleci, büyüleyici, yapıcı, kucaklayıcı, sevgi dolu kadınlar. Bu dünyayı sizinle paylaşmak harika bir duygu. İyi ki varsınız. rehabilatasyon merkezi gibi yazılarınız beni iyileştiriyor.okuduktan sonra düşündüm de Sadece yaz yağmuru için bile yaşamaya değer .Eşinize de saygılar  musmutlu pazarlar
Bige Güven Kızılay dedi ki…
Canım. ..ilk anlattığında dinlediğim gibi yüreğim ağzımda okudum. Sende en çok hayran olduğum şey bunca sene içinde yoğruldugun katı tıp dogmalarının , yani bir anlamda konfor alanının dışına çıkmaktaki bilgeligin ve zarafetin.
Dilek Sincer dedi ki…
Yaz Göksel'ciğim
Yaz
Yaz
Hiç durmadan yaz
Sadece doktorluğunla değil kaleminle de şifa dağıtmaya devam et.
94 üncü yaş gününde de şöyle yükseklerde bir terasta senin yazdığın bir öyküyü okuyalım.
Aylin de udunu alsın gelsin.
Sen hep yaz.
Seher Kaplan dedi ki…
Yanında gözyaşlarımızın serbest kaldığı Züleyhalar ...Ne güzel şey onların nefeslerinin omuz başlarımızda oluşu. Yazarımıza gelince..Sadece yazar değil ! O bir doktor yazar..ünlü bir köşe yazarı tanımıştım .Kendisiyle konuşurken sarsıcı bir şekilde gözlediğim; yüzüme bakmıyor,Sanki milyonlara konuşuyordu..Göksel yazarken okurunun gözünün içine bakıyor,usulca omuzuna dokunuyorsun .Parlıyorsun🌟🌟Tebrik ediyorum ❤️
Sevgili Göksel’imiz,
Tekrar Merhaba.
Parmaklarının ucunda karıncalanma işaretiyle beliren ve içinde birden yükselip parmaklarının klavyenin tuşlarında gezinmesiyle ortaya çıkan “Yaklaşık bir yıl önceydi. Evlendikten 1 ay kadar sonraydı; zihnim ve ruhum yaşamla ilgili türlü türlü tasarı ve hayal arasında uçuşurken dünya dönmeyi bıraktı. Ya da öyle hızlı döndü ki sonuna geliverdi.” diye başlayıp mutlu sonla noktalandığını belirttiğin, yaşadığın bir olayı anlattığın yazını heyecanla ve hızlıca okuyup annene de dinlettikten sonra, yaşadıklarını yaşarken yanında olamadığımızın kahrıyla biz de nefes alamaz olunca derdimizi dağa taşa çalmak; akan suya, yağan yağmura, esen rüzgâra savurmak için düştük Denizli yollarına. Denizli’de seni, planlarını uygulamada kararlı ve gülümserken görünce bir “Oh!” çektik ve nefesimiz geri geldi çok şükür. Ve evinde yatıp rahat uyduk. Sabah ailecek ettiğimiz kahvaltı harika idi. Teşekkürler…
Bu arada ben, yazına yazdığım kısa yorumla birlikte, senin kızın bizim torunumuz Özge’yi bebekliğinde uyuturken “bana uzun ninniyi söyleyin!” dediğini anımsadım ve yorumumu uzatmayı düşündüm. İşte uzattığım yorumum:
Başlıktan başlayayım; “YAZMAK NEFESİM OLDU” başlığı, Göğüs hastalıkları uzmanı yazar için çok uymuş. Yaşam belirtisi nefesi sürekli kılmak için insanlara “Yazın!” mesajı da mı içeriyor? Öyle ise, Allah’ın “Oku!” mesajını da çağrıştırıyor ve bu bağlamda adına da uygun…
Parmaklarının ucunda karıncalanma işaretiyle beliren ve içinde birden yükselip parmaklarının klavyenin tuşlarında gezinmesiyle ortaya çıkan yazın, okuyucularına şifa sunan ve bu bağlamda, yazmanın çok büyük bir şifa gücü olduğunu kanıtlıyor gibi…
Üniversite yıllarında yazdığın kısa öyküleri ulaştırdığın ünlü edebiyat eleştirmeninin, "Gelecek vadeden genç bir yazar adayısınız.” derken yazılarını başarılı bulduğu ve bugün de doğru tespit yaptığı anlaşılıyor, yalnız doktorluk ve yazarlığın ikisini birden yapamayacağını söylemesi, herhalde sendeki düş ve gerçekliğin farkına varamamış olmasıyla ilgilidir. Şair Atakan Korkmaz, “Düş, gerçekleşmesi arzu edilen bir umudun resmidir.” demiş. Öyleyse sen, “Doktorluk benim çocukluk düşümdü.” derken, gerçekleşmesini arzu ettiğin umudunun resmini sunuyorsun ki bu umudunu üstünkörü değil de hırsla ve tutkuyla yaptığın bir iş olarak gerçekleştirmişsin; o konuda hastaların sana hayran ki bunu yazdığın öykülerden anlıyoruz. Diğer taraftan gerçekliğin de edebiyat eleştirmenin yanıtından etkilenmene rağmen (yoksa etkilenmeden mi demeliyim) yine de yazmandan belli…
Bir gazetenin ekindeki okur yazıları bölümünde çıkan (İçmediğiniz İçin Teşekkürler, Gitmesek De Görmesek De, Kalbimiz Attıkça, Evimde Ölmek İstiyorum, İnce Hastalık Hikâyeleri, İnce Hastalığın İncelikleri başlıklı) yazılarını okumuştum ve hiç tanımadığın, görmediğin ve görmeyeceğin insanlara, yazdıklarınla dokunduğunu ben de hissetmiştim. Senin, yazmanın çok büyük bir gücü olduğunu böylece fark etmiş olmana ve yazarak, yazdıklarını paylaşmaya karar vererek gerçekliğini yaşamana başlaman çok iyi olmuş.
İç sesinin yankısı olarak paylaştığın şiirin çok güzel. Yazılarındaki başarının sırrı şiirinde dileğin gibi, yüreğinin görünür olması mı acaba?
Yazının başında merak uyandırdığın girişten düştüğün uzaklardan doğrudan konuya girerek dönüşün ve yazmanın gücünü, seçtiğin mesleğin gereği olarak şifa dağıtmaya yönelik kullanmak için girişmen harika…
:) :) :)
Yıkılıp ağladığın zamanlar yanında olsak ve sana Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “AĞLAMA” şiirini okusak, “AĞLAMA // Ağlama, gözleri kızarmış çocuk! / Tek damla yaşın düşmesin yere. / Bak, tek güzelliğimiz yokluk, / Sana bir öğüt; ağlama boş yere. // Ne olursa olsun hiçbir şey değmez, / Senin bir damla gözyaşına. / Ağlayana kimse boyun eğmez. / Kimse bakmaz kimsenin yaşına. // Ne kadar kötülük, pislik varsa; / Sen her şeyi tertemiz öğren. / Eğer yüzüne gözyaşı yağarsa; / Seni garip sanır her gören. // Ağlama sakın çocuk, ağlama! / Korkmayana zarar gelmez, bunu bil. / Sevgini hep söyle, sakın saklama. / Aklından korkuyu, gözünden yaşı sil.” Desek yararı olur muydu acaba?
Daha yazacak çok hikâyen var! Doğrudur. Ama o durumda bile kendine “O zaman kapanırım bir yere, yazarım, yazarım, yazarım. Beynim patlayana dek..." demen doğru değil. Sevdiğim bir şairin sevdiğim bir şiirini anımsatırım: “Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, / yani, beyaz masadan, / bir daha kalkmamak ihtimali de var. / Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini / biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, / hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden / yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz / en son ajans haberlerini. / Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için, / diyelim ki, cephedeyiz. / Daha orda ilk hücumda, daha o gün / yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. / Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, / fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz / belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. / Diyelim ki hapisteyiz, / yaşımız da elliye yakın, / daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. / Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, / insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla / yani, duvarın ardındaki dışarıyla. / Yani, nasıl ve nerede olursak olalım / hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...”
Züleyha'cığına ve Züleyha'cığının seni tanıştırdığı, üzerine titreyerek ve bir yandan da senin için endişe edip bunu belli etmemeye çalışarak ne gerekiyorsa yapan meslektaşlarının hepsine çok teşekkür ediyoruz. Hem sonucun iyi olacağına inandığını hem her ne olursa olsun seninle beraber mücadele verip yanında olacağını söyleyen eşine teşekkür ederiz. Senin rahatlamamana üzüldüm. “Gün doğmadan neler doğar” atasözünün anlamı, “İnsan, içinde bulunduğu durum ne kadar kötü olursa olsun hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmamalıdır. Yaşadığı mutluluğun devamından da güvende olmamalıdır. Yarın karşısına neler çıkacağını kimse bilemez. Kötü bir durum bir gün sonra düzelebilir; iyi bir durum kötüleşebilir. Kim bilir, daha neler olur.” biçiminde açıklanıyor. Bu bağlamda Şems-i Tebrizi de “Hayat bu; bir bakarsın her şey bir anda son bulur. Hayat bu; son dediğin an, her şey yeniden can bulur.” demiş. Ama bu konuda en güzel sözler, senin haftanın son günü hastalarını telaşlandırmamak için onlara söylediğin sözleri saymazsak, can dostun Pınar’ın sana söylediği “…Her koşulda olumlu düşünmek, yaşananlardan güçlenerek çıkmak, baş etmek için gücü kendi içimizde bulmak öğütlerini bize veren kişi, biyopsi yapılmamış, sonucu çıkmamışken dağılmış. Olacak iş değil. Bana sen demiyor muydun, her yaşananın bir nedeni var ve bunu ancak daha sonra görebileceksin, diye. Şimdi nedir bu halin?" sözleridir ki bu da anladığından bellidir. Harikasın Can Dost Pınar! Çok teşekkürler sana… Yaşama sımsıkı tutunup hiçbir şeyi ertelememe kararlılığın için seni ve sende bu kararlılığı taç yapan can Dost Pınar’ı yürekten kutluyoruz. Artık zamanını dolu dolu, sevgiyle, elindeki şansa, aşka sarılarak geçirme, görevin olmuştur.
Sevgili can Yücel’in “Ben seni ölene dek seveceğim boş laf, ben seni sevdikçe ölmeyeceğim” dediği gibi; sen, mutlu sonla noktalanan olayın yaşam hakkında sana öğrettiği çok şeyi tüm dostlarınla paylaşmak ve onlara da öğretmek için yazacaksın, yazdıkça yaşayacaksın, yaşadıkça yazacaksın; biz okuyucuların da yazılarını okudukça yaşayacağız, yaşadıkça yazılarını okuyacağız. Böylece fasit daire (kısır döngü” kavramı seninle olumlu güzel bir anlam kazanacaktır ve yazın tarihi bunu yazacaktır…
İçten selamlar, sevgiler, sağlıklar ve başarılar…
:) :) :)
Dr. Utku dedi ki…
İçinizdeki çoşkuyu, hüznü ve sonunda kazanılmış zaferi çok güzel anlatmışsınız, okurken sizle bunları yaşamak harikulade. Kaleminize sağlık, güdünüz hep sizinle olsun :))
Aşk dedi ki…
Siz iyi olun ve hep yazın yazma tutkunuz hiç bitmesin.. Bizlerde yazılarınızı okuyup ders alalım. İlham alalım ☺️ 🍀 Heyecanla yeni yazılarınızı bekliyorum ☺️Sevgiyle kalın...
Adsız dedi ki…
Merhaba Göksel Hocam;
Bugünkü aktif eğitim oturumunda en büyük korkunuzun "içinde bulunduğum durumun herhangi bir şey yapmamı engellemesi" şeklinde ifade etmiştiniz. Bu yazınızı okuduktan sonra ne demek istediğinizi aslında çok daha iyi anladım. Ve ben de kendime birtakım dersler çıkardım. Hikayelerinizin ve yazılarınızın merakli takipçisiyim artik.

Bu blogdaki popüler yayınlar

KLASİK MÜZİK KONSER ADABI

İlginin İzi

Ben istemedim ki sürprizi, kedi istedi...